18 Aralık 2001 Salı

Gürtuna, Tarkan'a karşı

Karım Alman. On beş yıldır (günah içerisinde yaşadığımız yılları da sayıyorum) birlikteyiz. Hâlâ Türkçe öğrenmedi.

"Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar başka hiç bir dil konuşmana gerek yok Türkçe bilirsen, tatlım," diyorum; bir hava raporu sunucusunun tebessümü ile haritanın önüne geçip, Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar olan coğrafyayı işaret ederek.

"Beni Adriyatik'ten Chappaquidick'e kadar olan bölge daha çok ilgilendiriyor," diyor. "Ayrıca," diye ekliyor, derin dondurucudan ödünç alınmış bir sesle, "Senin maaşınla biz ancak Üsküdar'dan Beşiktaş'a gidebiliriz."

Çocuklar bakkala gittiklerinde yanlarına tercüman vermek zorunda kalıyoruz. Çünkü onlar da Alman ilkokuluna gittikleri için Türkçe bilmiyorlar.

Neyse, esas konuya gelelim.

Arabada gidiyoruz. Ben direksiyonda, yanımdafeşim, arkada Sara (6) ile Selim (8).

Birdenbire eşim damdan düşer gibi, "Neden bize hiç Ali Müfit Gürtuna CD'sini almıyorsun?" diye soruyor.

"Ali Müfit Gürtuna CD mi çıkardı? Hiç haberim yok..." Lafımı bitirmeden arkadan bir koro başlıyor.

"Hayır konserine götür," diyor Selim.

"Yok ben de CD'sini istiyorum," diyor Sara.

"Konser!"

"CD!"

"Konser!"

"CD!"

Arkama dönüp arabanın arka koltuk ve bagajında sekiz yıldır sürmekte olan olağanüstü hali altı ay daha uzattığımı çocuklara ilan ediyorum. Renault Scenic'e huzur ve güvenlik avdet ediyor.

"Sen Ali Müfit Gürtuna'nın kim olduğunu bilyor musun?" diye soruyorum eşime.

"Şarkıcı değil mi? Her tarafta posterleri var. Bir pop yıldızından başka kimin bu kadar çok posteri olabilir?"

"Tarkan'dan çok posteri var," diyor Selim.

"Tarkan'dan çok posteri yok," diyor Sara.

"Tabii paran çıkışmıyorsa başka," diyor eşim. "Ben ve çocuklar seni sıkıntıya sokmak istemeyiz. Sadece merak ettik. Bu kadar çok posteri olan bir şarkıcı nasıl olur diye. Alaturka mı söylüyor, arabesk mi? Pek Batı müziği tipine benzemiyor."

Gerçekten köşeyi dönünce İstanbul Belediye Başkanı Gürtuna'nın posterleri sıra sıra karşımıza çıkyor. Gözlüklü, temiz yüzlü, mütebessim, "Gürtuna İstanbullular'ın enflasyonunu kutlar, iyi işsizlikler diler" diyor.

"Bak, bak," diye bağırıyor Selim.

"Tarkan daha yakışıklı," diyor Sara.

"Karıcığım," diyorum: "Gürtuna pop şarkıcısı değil. İstanbul Belediye Başkanı."

"O zaman bana ve çocuklara açıklar mısın, akli melekelerini fazla zorlamayacaksa," diyor eşim, derin dondurucudan geri aldığı sesiyle.f"Neden her yerde onun posterleri var?"

"Vallahi, bilemeyeceğim."

"Kimin cebinden çıkıyor bu poster paraları?"

"Herhalde belediyenin," diyorum.

"Nee?" diye bağırıyor eşim, Avrupalı gözlerini iri iri açarak. "Şehrin kesesinden reklamını mı yapıyor? Halkın vergilerini posterlerine mi harcıyor? Bu yasal olabilir mi? Ayrıca ne yaptı da reklamını yapıyor? Parası varsa neden yerleri tuzlamıyor bu karda?"

Biraz durduktan sonra,

"Siz Türkleri hiç anlamayacağım," diyor. "Nasıl bu kadar sürekli aptal yerine konmaya tahammül edebiliyorsunuz?"

Birdenbire milliyetçilik damarlarım kabarıyor. "Siz de Yahudileri öldürdünüz," diyorum.

9 Aralık 2001 Pazar

Laleli Camii'nin dudak tiryakisi

Mutfaktaki masanın çevresinde akşam yemeği yiyoruz. Ben, eşim, ve çocuklarımız Selim (8) ve Sara (6).

"Yemekten sonra deniz kenarına kadar inip Çınaraltı'nda çay içeceğim," dedi eşim. "Bütün gün piyanonun başındaydım. Hava almak istiyorum."

Selim masanın başında, karşımda oturuyor. "Büyük olmak ne kadar iyi," dedi. "İstediğin zaman çekip gidiyorsun. Biz şimdi yukarı çıkıp yatmak zorundayız. Biz durmadan okula gitmek ve ev ödevi yapmak zorundayız."

Sara "büyük olmak her zaman iyi değil," dedi, o her zamanki kelimeleri seçe seçe, yavaş konuşmasıyla.

"Neden?" diye sordu Selim.

"Çok ağır oldukları için onları kimsefkucağına almıyor," dedi Sara. "Ağladıkları zaman da onları kimse teselli etmiyor."

Yemek bitti. Çocuklar üst kata çıkıp dişlerini fırçaladılar ve pijamalarını giydiler. Hikâyeleri okundu. Uyumak üzere odalarına gittiler. Yorganları üzerlerine çekildi. Öpüldüler.

Sara başını yastığa koyar koymaz uyuyor. Selim, o kadar çabuk uyuyamıyor. Çoğu zaman, annesi ile Almanca uzun uzun, fıs fıs birşeyler konuşuyor. Fıs fıs konuşma safhasına gelindiğinde ben aşağıya oturma odasına iniyorum.

Merdivenlerden aşağı inerken geçen sene babasını kaybeden çok yakın bir arkadaşımın söyledikleri aklıma geldi. Baba Lefkoşa'da, sur içindeki dar sokaklardan birinde bir kahve çalıştırıyordu, anne ile birlikte.

Anne şişman, suyu yara yara gidiyormuş gibi yavaş yürüyen, kolay kahkaha atan, sevecen bir kadındı. "Yemek yediniz mi be çocuklar?" diye sorar, kahkahasını atardı.

Baba ise asık suratlı, az konuşan, ters bir adamdı. Dudak tiryakisi idi.

Dudaklarında her zaman, külü dökülmek üzere olan bir sigara asılıydı.

Sigarasını yakar, dudaklarının arasına iliştirir, dumanını hiç içine çekmeden,f külünü silkmeden öylece tutardı. Sigara dudakta durmayacak kadar küçüldükten sonra paketinden filtresiz bir sigara çıkarır, ulardı.

Arkadaşımı görmek için çoğu zaman kahveye giderdim. O zamanlar arkadaşlık hayatımızdaki en önemli şeydi.f İlk çıplak kadın fotoğraflarını onun evinde görmüştüm. Bir arkadaşımız ressamfamcasının çıplak model kitabını yürütüp getirmisti. Yutkunarak seyrettiğimiz iri memeli modellerin siyah beyaz fotoğraflarını hâlâ hatırlıyorum.

Kerpiç, yüksek tavanlı Osmanlı evine kahvenin arkasındaki eski bir sabun imalathanesinden ve geniş bir avludan geçilerek ulaşılırdı. Bisikletimi kahvenin kaldırımına dayadıktan sonra içeri hep arkadaşımın babasıyla karşılaşmama ümidi ile girerdim. Karşılaştığımızda (bu sık sık olurdu) bana hiç selam verdiğini veya başka bir şekilde varlığımın farkında olduğunu belli ettiğini hatırlamıyorum.

Önce anne öldü. Kahve kapandıktan, müşterilerinden çoğu öldükten, Laleli Camii Türkiye'den gelen göçmenlerle dolmaya başladıktan sonra uzun yıllar tek başına yaşayan baba da dünyayı terketti.

"Onu gömmeye gittiğimiz gün düşündüm," dedi arkadasım: "Nasıl adammış. Babamın hiç hayatında bana sarıldığını, öptüğünü, kucağına aldığını hatırlamıyorum."

Şu sözcüklerin ağzımdan çıkması kolay olmadı: "Ben de."

17 Kasım 2001 Cumartesi

Yağmurun sesi

Ansari der ki: "Gecenin içerisinden bir ses fısıldadı ve 'gecenin içerisinden fısıldayan bir ses yoktur,' dedi."

Parmakları pahalı yüzüklerle dolu orta yaşlı kadın, bardağına biraz cin koyup üzerine su ilave ettikten sonra, çantasından çıkardığı efervesan C vitamin hapını içine atıyor. Fısss diye bir ses duyuluyor ve bir süre hapın serbest bıraktığı hava kabancıklarının yukarıya ittiği küçük su damlacıkları içkinin yüzeyinde dolaşıyor.

"Cin içmenin en keyifli şekli bu," diyor.

Sesi sanki gırtlağından değil daha aşağılardan, hayatının tünediği esrarengiz yerden geliyor.

"İçine başka ne koyarsanız koyun, cin çok sulu oluyor."

Cep telefonumun mesaj servisinde her gün yanlış mesajlar buluyorum. Daha doğrusu, yanlış telefona bırakılmış doğru mesajlar.

Tanımadığım bir ses. Derin ve rahatsız bir uykudan yeni uyanmış, eğitimli bir adama ait. "Seni dün akşam rüyamda gördüm," diyor. "Yıkanıyordun. Düşmedin. Çizik mizik yoktu. Beni bir ara. Merak ettim." Sonra nefes alıp verişini duyduğum kısa bir sessizlik. Mesajın sonu. Rüyaların bir şeylere yorulabileceğine inanan insanların irrasyonel dünyasından gelen bir mesaj.

Bu da tanımadığım bir kadın. O da uykudan yeni uyanmış ama sesi uyanıklıktan çok uykuya ait. Beyaz, serin çarşafların arasından geliyor. "Sevgilim, dün akşam harikaydın. Hele o dilin yok mu."

Evlilik dışı aşkların yaşandığı yataklar yelkenliler gibidir.

Orta yaşlı kadın, ağızlığına bir Silk Cut sigara koyup yakıyor. İstanbul'da yaşayan zengin bir adamın oğlunun adını söylüyor. "İstanbul'un en güzel manzarası onun Salacak'taki evinin yatak odasından görünür," diyor.

Yüzüne bakıyorum. Güzel yüzü açık ve dudaklarında her zaman bir tebessüm var. Bana zengin işadamanın oğlu ile yattığını mı söylemek istiyor?

Birkaç nesilden beri zengin ve dünyadaki yerinden emin bir insanın rahatlığını taşıyor. Onu, yerinden ancak ölüm oynatabilir. C vitaminli cinini alıyor ve bahçeye çıkıyoruz. Bir adada, Tibet'ten ve Himalayalar'ın eteklerinden toplanmış rododendronlarla dolu bir ormanın ortasında bir evdeyiz. Ağaçların arasından, vadide bir göl görünüyor. Rododendronların üzerine iri yağmur damlaları dökülüyor.

"Rododendrondan anlayanlar, onların çiçeklerini değil yapraklarını severler," diyor. "Eğer yapraklarını ters çevirirseniz, her birinin değişik olduğunu göreceksiniz. Kimi süeti, kimi deriyi, kimi gümüşü andırır."

Birçok şeyi ilk ve son defa yapıyoruz.

Birkaç saat önce birimizi tanımıyorduk. Bu birkaç cümleden başka fazla bir şey konuşmayacağız ve büyük bir olasılıkla birbirimizi bir daha görmeyeceğiz. Ama ortak bir arkadaşımızın verdiği küçük bir yemekte çantasında C vitamini taşıyan kadınla hayatlarımız bir şekilde birbirine dokunuyor.

"Burada saatlerce durup bu manzarayı seyredebilirim," diyorum.

"Ben de saatlerce yağmurun sesini dinleyebilirim," diyor.

Özür
Geçen hafta yazdığım Eko Kardiyolog yazısı Asaf Savaş Akat'ı seven birçok insanı kızdırdı. Buna üzgünüm. Amacım bir mizah yazısı yazmaktı ama galiba beceremedim. İstemeden üzmüş olabileceğim Akat, ve Egen Cansen ile Deniz Gökçe'den özür dilerim. MM.

10 Kasım 2001 Cumartesi

Eko kardiyolog

Pantolon askısı takmak bulaşıcı olabilir mi? Yoksa bu işin içinde başka bir iş mi var? Bir dakika. Neden sorduğumu anlatacağım.

Geçen akşam NTV'de Ekodiyalog programını seyretmek için televizyonumu açtım.

Açık söylemek gerekirse, televizyon izlemek sık sık yaptığım bir iş değildir. Yararını da görüyorum. İnsan ne olup bittiğini bilmeyince günleri uçarı bir mutluluk ve masumiyet havası içinde geçiyor.

Hatta bazan hayranlarım beni sokakta durdurup yanaklarımın neden pembe pembe, cildimin bir bebek cildi kadar pürüzsüz olduğunu bile soruyorlar. "Televizyon seyretmemekten," diyorum onlara. "Deneyin. Memnun kalacaksınız."

Ama Ekodiyalog programını izlemek hoşuma gidiyor. Neden? Çünkü ekonomi bilgimi canlı tutmak istiyorum. Elimi faiz dışı fazlanın nabzında tutmak istiyorum, dünyanın bin türlü hali var. Bir de (bu sizde kalsın), ne olur ne olmaz, belki kenarda köşede kalmış bir televizyon şirketi beni de ekrana çıkarmak ister diye... Nasıl söyleyim... İşte biraz stil falan kapmak istiyorum açıkçası. Sınıf atlama hayallerim var yani. Gazeteci piyade, televizyoncu süvaridir. Abilerimiz öyle söylüyor.

Özellikle Asaf Savaş Akat'ın o baston yutmuş stiline bayılıyorum. Dedemden kalan pantolon askısını takıp aynanın karşısında defalarca denedim ama, onun sola bakmak için kafasını sağa, sağa bakmak için sola çevirip gözlerini ters istikamete kaydırmasını bir türlü beceremiyorum. Yanlışlık acaba yuttuğum bastonda mı? Karşılaştığımızda bastoncusunun kim olduğunu ona sormalıyım.

Neyse. Lafı uzatmayalım. Geçen gece Ekodiyalog programını seyretmek üzere televizyonumu açtığımda bir de gördüm ki... Aman Allahım! Az daha kardiyologluk olacaktım. Üçü birden pantolon askısı takmış! Asaf Savaş yeşil, Ege Cansen kurşuni, Deniz Gökçe mor. Dehşet verici bir manzara!

Bunlar bir pantolon askısı fabrikasından para yiyor olmasın? Tanrım, rüşvet ve yolsuzluk NTV'ye kadar uzandı mı?

Peki ya gömleklere ne demeli? Üçü de Lacoste marka gömlek giymişti. Herhalde bunun tesadüf olduğuna inanacak değiliz. Lacoste'dan da para yiyorlardır. İnsan bir düşmeye görsün.

Asaf Savaş'ın gömleğini size anlatmalıyım. İnanılmaz bir turunculukta idi. Belki de dünyanın en turuncu gömleği idi. Saddam Hüseyin görseydi kesinlikle bu gömleğin bütün turuncu gömleklerin anası olduğunu söylerdi. Turuncuların Rolls Royce'u. Turuncu gömlek konusunda söylenmiş son söz.

Bu kadar turuncu bir gömlek giymek insanın sağlığına zararlı değil mi?

Ben, şahsen, böyle bir gömleği giymek için külliyetli miktarda döviz cinsinden para talep ederdim.

Impf! Kararım kesin. Ben de televizyoncu olacağım. Köşe yazarlığını bırakacağım. Ekrana çıkacağım. Pantolon askısı takıp turuncu Lacoste gömlek giymek istiyorum ben de.

Aptal gibi, ölünceye kadar, bu bit gibi fotoğrafın altında köşe yazıları mı yazacağım. Hayır! Hayır! Hayır!

1 Kasım 2001 Perşembe

Büyük Türk palavraları

Sonbahar geldi. Göçmen kuşlar güneye göç etmeye, meşe ve kestane ağaçları yemişlerini dökmeye başladı. Meclis açıldı.

Ben de, her yıl olduğu gibi, yeni mevsimi Büyük Türk Palavraları dosyasını raftan indirip tozunu alarak karşılıyorum. Bildiğiniz gibi Meclis'in tatilden dönmesiyle büyük palavralar mevsimi de resmen açılmış olur. Gerçi vatanın kara bağrında palavra mevsimi hiç kapanmaz ama yazın politikacıların tatile gitmesiyle, bir mevsim normallerinin altına düşüş olayı yaşadığımız da kesin.

Ve şimdi Hürriyet Gazetesi'ni elime alıp mevsimin ilk Büyük Türk Palavrası'nı kesmeye başlıyorum.

Snip, snip, snip. Ertuğrul Özkök'ün köşe yazısı. A4 bir kağıt, uhu, delgeç ve Süleyman Demirel söyleşisi, dosyanın en üstünde Büyük Türk Palavraları arasındaki yerini alıyor.

Ne demiş yedi defa başbakan, iki defa darbe kazazedesi, bir defa cumhurbaşkanı bu büyük Türk büyüğü Özkök'e: İki ayda ekonomik krizi çözerim, demiş.

Nasıl çözeceğini, tabii söylememiş. Söylemesi mümkün değil çünkü böyle bir çözüm yok. Olmayan ve olması mümkün olmayan bir şeyin nasıl olacağı konusunda ayrıntıya girilemez.

Demirel 1991 yılında son defa başbakan olduğunda Türkiye bugün çok daha ağırını yaşadığı ekonomik hastalıkların tümünden mustarip idi. Herkes sabırsızlıkla Demirel'in önlem paketini bekliyordu. Demirel devletin hesaplarına bir göz attıktan sonra hiçbir şey yapmamaya karar verdi. Sorunları çözmek konusunda hiçbir önlem almadı. Tersine onun alameti farikası haline gelmiş olan popülist uygulamalara devam etti. Ve bugün heyula gibi üzerimize çöken sorunların daha da ağırlaşmasına neden oldu. İki yıl sonra, daha önce Özal'ın yaptığı gibi, kendini cumhurbaşkanlığına atarak belayı başından savdı. Onun yerine geçen Tansu Çiller Türkiye'ye 1994 krizini hediye etti. Gerisi malum.

ABD Başkanı George Bush: "Afganistan'ın işini iki ayda bitireceğim" diyebilir ama demez, çünkü Afganistan işi, bizim ekonomik kriz işi gibi, iki ayda bitemez. Bush gülünç olmak istemez. Kredibilitesinin sıfırlanacağını, alay konusu olacağını bilir.

Bizdeki politikacıların böyle endişeleri yoktur. Hiçbir palavra onlar için atılmayacak kadar büyük değildir. Galaktik palavraları bile rahatlıkla atarlar çünkü ciddiye alınacaklarını bilirler. Hiçbir gazeteci onlara "Sen ne diyorsun, bizi aptal mı sanıyorsun" demez. "Anlat bakalım, nasıl yapacaksın bu işi" diye sorguya çekmez. İddianın boşluğunu ortaya çıkarmaya çalışmaz. Arşivlere gidip, söylenenlerle yapılanlar arasındaki uçurumu ölçmez.

Bunun birçok nedeni var ama en önemlisi, politikacılarla medyanın çoğu zaman testilerini aynı çeşmeden doldurmalarıdır.

Her millet layık olduğu palavrayı dinler.

Ve aptal yerine konmamanın ilk koşulu aptallığı bırakmaktır.

30 Ekim 2001 Salı

Vatanı kurtarmak

Bu günlerde kiminle konuşsam yeni bir siyasi hareket başlatmaktan bahsediyor veya yeni bir siyasi hareket başlatmaktan bahseden birilerinden bahsediyor.

Tahmininizden çok ama çok insan, iflas etmiş bu siyasi yapının yerine koymak için yeni bir yapı arayışında. Bu belki de Türkiye'de ilk defa oluyor. Bu "arayıcılar" siyaset sahnesinde görmeye alıştığımız tiplerden değil. Genç, kentli, iyi eğitim görmüş, deneyimli, belirli bir gelir düzeyini yakalamış, dünyayı tanıyan insanlar olmalarının dışında çok ama çok önemli bir özellikleri var: Başarılı bir kariyer geçmişi. Bulundukları yere adım adım yükselerek, başararak gelmişler. Aralarında bankacılar, iş adamları, ünlü kişiler var.

İşte onların tespitleri:

Siyaset kilitlenmiştir: Siyasi partiler Türkiye'nin sürekliliğini ve kalkınmasını sağlamak yerine, kendi varlıklarını sürdürmeye ve menfaatlerini gözetmeye fazlasıyla odaklanmışlardır.

Bürokrasi kilitlenmiştir: Bürokrasi siyasete hizmet etmek üzere kenetlenmiştir ve profesyonel bir zihniyeti oturtamamıştır.

Kamu sektörü kilitlenmiştir: Kamu sektörü misyonunu yitirmiştir. Rekabetçi ve verimli kurumların işletilebilmesini sağlayamamaktadır.

Hukuk kilitlenmiştir: Hukukun üstünlüğünü uygulama yerine başka öncelikler doğrultusunda, güçlünün lehinde hizmet vermektedir. Mekanizmaları ve altyapısı çağdışı kalmıştır.

Sivil toplum kilitlenmiştir: Sivil toplum hakkını arayamayan, kamu çıkarını tanımlayamayan ve ülke menfaati bilincini geliştiremeyen pasif bir kitle halindedir.

Özel sektör kilitlenmiştir: Özel sektör kendi ayakları üzerinde durmayı beceremeyen, kamunun uzantısı gibi çalışan ve uluslararası rekabet ortamına uyamayan bir durumdadır.

Ülkenin refah motoru olması gereken özel sektör, ucuz sermayeye, eğitilmiş iş gücüne, rekabet savaşında avantaj sağlayacak teşviklere sahip değildir. Rekabet gücünü ortadan kaldıran bürokrasi ve düzenlemeler, vergi yükü ve pahalı girdilerin baskısı altında ezilmektedir, bu sorunlarının çözümü için bilinçli bir uğraş vermemektedir. Kendini kurtarıcı eylemler ve yakarış içindedir. Siyaset, bürokrasi ve kamu sektörünün mevcut durumuna karşı bilfiil eylem içine girmediği ve kalıcı çözüme gitmediği müddetçe yok olacağının bilincinde değildir.

Bu tespitler doğru. Değişiklik şart. Ama bugün sistem tamamen ondan yararlananların kontrolu altındadır. Rüşvet, yolsuzluk ve baskı üzerine kurulu olan sistemin güçlü bekçileri vardır. Kriz, kurulu düzenden zengin olanların kaynaklarını kurutmaya başladı. Ama hâlâ dağıtılacak parsa var. Tümümüzün kanını kurutmadan ellerini çekmeyecekler.

Türkiye'yi ileri götürmek isteyenler, kontrolü Türkiye'yi batıranların elinden nasıl alacak?

Arayıcıların en büyük dezavantajı, vatan kurtarmanın "full time" bir iş olduğunu anlamamaları. Her şeyi bırakıp İstanbul'dan Samsun'a doğru, çürük bir gemiyle yola koyulmak istemiyorlar. Belki o gün de gelecek.

27 Ekim 2001 Cumartesi

Ne telif hakkı behey ukala!

Bugün eve gelen bir paketin içinde Yapı Kredi Yayınları'nın bir kitabı çıktı. Adı "11 Eylül." Kitabı hazırlayanlar Tamer Erdoğan, Bedirhan Toprak, Cem Akaş, Fatma Canpolat ve Ali Ece. Kim olduklarına dair herhangi bir ipucu yok.

Sayfaları çevirince, kitabın yerli ve yabancı basında 11Eylül Manhattan ve Washington terör saldırıları konusunda çıkan yazılardan derlenmiş bir antoloji olduğunu gördüm.

Yayıncı "hem bugün (terörist) şokun nasıl anlamlandırılmakta olduğunu daha iyi bilebilmek hem de yarın dönüp bakıldığında 'yeni miladı' yaratan ve yaşayanların nasıl insanlar olduğunu, güçlerinin, korkularının ve zaaflarının neler olduğunu merak edeceklere bir belge bırakmak için," bu derlemeyi yayınladığını söylüyor.

"11 Eylül" YKY'de görmeye alıştığımız kalitede bir kitap. Birinci bölümünde Türk basınından, ikinci bölümünde uluslararası basından alıntılar var.

Türk yazar ve gazeteciler arasında Çetin Altan, Cüneyt Arcayürek, İsmet Berkan, Hasan Cemal, Güneri Cıvaoğlu, Bekir Coşkun, Okay Gönensin, Ertuğrul Özkök, Mümtaz Soysal gibi birçok ünlü kişinin köşe yazılarını bulabilirsiniz.

Bir de baktım, benden de bir yazı almışlar.

Çok güzel.

Yalnız ne bana telif hakkı ödendi, ne de iznim alındı. Herhalde diğer yazarların durumu da değişik değildir.

Diyeceksiniz ki: "Ne telif hakkı, behey ukala? Zaten kaç tane satacaklar? Neredeyse 100 tane yazarın yazısını almışlar. Yüz kişiye telif hakkı mı vereceklerdi?"

Anlıyorum da, bu işte bir acayiplik, gariplik, sakatlık; bir incelik eksikliği görmüyor musunuz?

Telif hakları Türk yayın evreninin en büyük sorunlarından biridir. Bu sorundan hem yazarlar hem de yayınevleri nasibini almaktadır. Yazarlar telif hakkı almamaktan veya hakkıyla almamaktan şikâyetçidirler. Yayınevleri, telif hakkını ödedikleri yapıtların korsan yayınevleri tarafından aynen kopye edilip piyasaya verilmesinden yakınırlar.

Bu ortamda, YKY gibi Türkiye'nin en büyük ve ciddi yayınevlerinden birinin telif hakları konusunda daha olgun ve yasalara uygun davranmasını beklemek, acaba, ukalalık mıdır?

Eğer olgunluk ve yasalara uygun davranma YKY'den beklenemezse kimden beklenebilir?ff

Telif haklarına YKY gibi yayınevleri saygı göstermezse kim gösterecek?

Bir yayınevi, kendi sektörünün temel prensiplerinden birini kendisi hiçe sayarsa, kim dikkate alacak?

Birileri kitap yayınlanmadanfarasa ve "yazınızı kullanabilir miyiz?" diye sorsa, seve seve "evet," derdim.fAma onu bırakın, kitabın içerisine bir not koyup "Yazınız için teşekkür ederiz," deme inceliğini göstermeyi bile akıl etmemişler.

Belki de antolojiye yazılarımızı almış olmalarının onurunun bize yeterli olacağını düşündüler. Eğer böyle düşündülerse bu, ayıbı hakaret mertebesine yükseltmek olur.

"Burası Türkiye. Talep ettiğiniz standartlar Türkiye için yüksek," diyebilirsiniz.

Hayır değil. Bir standart ne kadar yüksek ise o kadar şiddetle talep edilmesi gerekir. Çünkü, birkaç gün önce Nobel Edebiyat Ödülü'nü alan V.S. Naipaul'un dediği gibi, bir standart ancak yüksek ise ona sahip olmaya değer.

23 Ekim 2001 Salı

Gobi Çölü'nde bir gezinti

Tabii taksi şoförünün Hür ve Kabul Edilmiş Cahiller Büyük Locası Derneği üyesi olduğunu bilseydim ağzımı açmazdım. Ama nereden bilecektim?

NTV'nin önüne çıkıp gelen ilk taksiyi durdurmuştum. Ne konuşmak ne de dinlemek istiyordum. Ama şoför -bir memur emeklisi- konuşkan çıktı.

"Köprü çok boş," dedi köprüye girerken. "Bu saatte bu kadar boş olmazdı. İnsanlar arabaya binemiyor."

Saat dört falandı.

Karşıda neredeyse her gün yürüyüş için gittiğim koru, yukarıda bulutsuz bir gök, aşağıda Sarayburnu'na doğru akan pırıltılı bir deniz.

"Amerikalılar getirmiştir bu hükümeti başımıza," dedi şoför.

Birdenbire uyandım. Hükümetle ilgili çok şey duymuştum. Ama iktidara Amerikalılar tarafından getirildiğini ilk defa duyuyordum.

"Neden?"

"Bizi batırmaları için," dedi fazla düşünmeden.

"Amerikalılar bizi neden batırmak istesin?"

"Amerikalılar bizim düşmanımız. Tabii batıracaklar bizi."

"Bizi batırmak isteseler neden bize kredi veriyorlar? Krediyi kesseler batacağız."

"O iş öyle değil," dedi şoför. Belli ki bu tezi daha önce de savunmuştu. "Borcu ödeyemeyeğimizi biliyorlar. Onun yerine topraklarımızı alacaklar. Alamazlar mı? Borcu ödeyemediğimizde?"

Gözümün önüne bir Türkiye haritası geliyor. Kenarından kesile kesile yenen bir pizza veya lahmacun gibi, gitikçe küçülen. Rambo kıyafetli, Ray Ban gözlüklü, Amerikan icra memurları, ellerinde tırnak makası gibi şeylerle gelip kıt kıt kesiyorlar. Her parça kesildiğine biraz borç siliniyor. Sonra gene borçlanıyoruz. Gene kesiyorlar. Sonunda çok küçük, bit kadar bir Türkiye kalıyor. Hepimiz, 67 milyon Türk, üst üste orada oturuyoruz. Adım atsan denize düşeceksin. "Aman, dur kardeş, itişip kakışmayalım, kendimizi Boğaz'ın sularında bulacağız vallahi."

Kaç insan var Türkiye'de bu şoför gibi düşünen, eğer buna düşünmek denebilirse?

Kara cahil.

Bu adam, devletlerin ödeyemedikleri dış borçlarına karşı ellerinden topraklarının alındığını sanıyor. Bankadan borç alıp ödeyemeyen tüccarın evine ve dükkânına el konması gibi. Uluslararası Para Fonu IMF'in en çok kredi verdiği ülkenin Türkiye olduğunu bilmiyor. ABD'nin oluru ile 9 milyar dolarlık yeni bir kredi paketinin hazırlandığından da haberi yok. "Vermiyorum lan," dese, Hazine'nin borçlarını ödeyemeyeceğini, ertelemek zorunda kalacağını, bankadaki tasarrufların bile tehlikeye gireceğini anlamıyor.

Ve bu kara cehaletle.... Ne?

Bu ülkede kaç on bin, yüz bin, milyon insan var, taksi şoförününki gibi kafası hurafe, batıl itikat, cahil konuşması, yalan yanlış dolu? Dünyayı olduğu gibi görme yeteneğinden yoksun? Gobi Çölü gibi boş?

Bu cehaletin ceremesi kime ait?

Annem beni okutmak için nikah yüzüğünü satmış, babam ırgatlık yapmıştı. Diz çökmeli ve üzerinde yürüdükleri yeri öpmeliymişim. Yazık ki her ikisi de öldü. Şansımı kaçırdım.

13 Ekim 2001 Cumartesi

Kulakkolik

Gecenin bir saatinde dehşet içinde uyandım. Birisi kulağımı çekiştiriyordu. Tam Üsküdar ve çevresindeki ilçeleri uyandıracak bir çığlık atmaya hazırlanırken kulağımı küçük kızım Sara'nın çektiğini farkettim. Ben uyurken bu altı yaşındaki velet, çatı katındaki yatak odama tırmanıp yanıma uzanmış, hababam kulağımı çekiştiriyordu.

Her çocuk acayip bir huyla doğuyor galiba. Sara'nın sekiz yaşındaki ağabeyi Selimförneğin, parmak emiyordu. Ama bir değil, iki parmağını birden emiyordu. Diğer parmaklarını yumruk yapar gibi avcunun içerisine katladıktan sonra işaret ve orta parmaklarını birleştirip ağzına sokardı. Sara da, ya ben ya annesi yanına uzanmadan ve ikimizden birinin kulağına yapışmadan uyumuyordu. Onu daha çok ben uyuttuğum için, daha çok benim kulağımı çekiştiriyordu.

Karanlıkta elini hafifçe kulağımdan çektim.

"Uyuyor musun?" diye fısıldadım.

"Çalışıyorum," dedi ve tekrar kulağıma uzandı.

Bir gece -galiba üç yaşında falandı- bir iltifat da aldım bu konuda.

"Senin kulakların anneminkinden daha leziz," dedi Sara.

"Neden?"

"Senin kulakların daha serin."

"Nasıl yani?"

"Annemin kulakları sıcak. Senin kulakların serin."

"Anlıyorum. Ama istersen bunu annene söylemeyelim. Komplekse kapılmasın kadıncağız," dedim.

Gel zaman git zaman, her gece kulaklarım çekile çekile galiba uzamaya başladı veya bana öyle geldi.

"Tatlım," dedim bir gece eşime, her iki çocuğun uyuyor olmasının evde yarattığı sessiz ve dingin atmosferde gevşemeye başlayarak. "Bu çocuğu uyutmanın başka bir yolunu bulamaz mıyız? Kulaklarım çekile çekile Uzay Yolu'ndaki Vulkan'lı Doktor Spok'ınkine benzedi."

Karım başını çevirip bana doğru kısa ve eleştirel bir bakış fırlattı. "Normal kulağı ne yapacaksın" dedi "Zamanla gene kısalır. Çocuğun huzurunu kaçırma şimdi."

Karımdan hayır gelmeyeceğini anlayınca, sorunu kendi yöntemlerimle çözmeye karar verdim. Bir gece, Sara yanıma uzanır uzanmaz kulağıma yapışınca ben de onunkine yapıştım. Sinirli bir biçimde elimi itti. "Mmmm. Harika imiş bu kulak tutmak" dedim, yeniden kulağına uzanarak.

"Çek dedim!" dedi, sinirli bir sesle.

"Ah," dedim kurnazca. "O zaman seninle bir anlaşma yapalım. Sen benim kulağımla oynama. Ben de senin kulağınla oynamayayım."

Sara elini çekti, yüzünü duvara döndü ve canhıraş bir biçimde ağlamaya başladı. "Tamam tamam, vazgeçtim" dedim, elini elime alıp kulağıma götürerek.

Birkaç dakika sonra elinin kulağımdan yanağıma kaymasından, uyuduğunu anladım. Yavaş yavaş kalktım, yanağından öptüm ve aşağıya mutfağa indim.

"Çocukların her şeyi çok çabuk geçiyor," dedi eşim. "Sürdüğü müddetçe tadına varmaya bak. Çünkü kısa bir süre sonra, yaptıkları birçok şeyi bir daha yapmamak üzere bırakacaklar."

10 Ekim 2001 Çarşamba

Çağdaş kapitülasyon

Kapitülasyon İngilizce capitulation'dan gelir. Onun kökü Fransızca capituler, onun da kökü, "bir başlık altında sıralama" anlamına gelen Latince "capitulare"dir. Capitulation "bir hasma veya arzu edilmeyen bir talebe karşı koymaktan vazgeçme" halidir. Diğer bir anlatımla, teslim olma.

Osmanlılar 16'ıncı asırdan itibaren batılı devleterle kapitülasyon anlaşmaları imzalamaya başladı. Yabancı devlet vatandaşlarına imtiyazlar tanındı. Yabancılar üzerindeki bazı hükümranlık haklarından vazgeçildi. Bu haklar kapitülasyon anlaşması imzalayan devletlere devredildi. Kapitülasyonların amaçlarından biri Batılıların Osmanlı İmparatorluğu'nda ve Osmanlı İmparatorluğu ile daha rahat ve güvenli ticaret yapmasını sağlamaktı. Osmanlı kapitüle oldu çünkü gittikçe daha büyük sermaye gerektiren ve karmaşık kontratlara dayanan uluslararası ticareti düzenleyecek yasalar ve adli düzene sahip değildi. Osmanlı hukuku çağdaş ekonomik gelişmelere ayak uyduramadı. Batılılar, kapitülasyonlarla kendi yasalarının Osmanlı topraklarında geçerli olmasını sağladılar.

Hükümetin Uluslararası Para Fonu (IMF) ile ilişkisi de bir türlü kapitülasyon ilişkisidir. Özde, IMF'in gerçekleştirmeye çalıştığı şey, Türkiye'nin uluslararası camia ve özellikle Batı için güvenli ve sağlıklı bir ticaret ortağı olarak varlığını sürdürmesini sağlamaktır.

Basite indirgeyerek anlatacak olursam:

Batı için Türkiye büyük ve kârlı bir pazardır. Kötü hükümet, rüşvet ve yolsuzluk Türk pazarını çökertti. Uluslararası camianın çıkarları bu pazarın açık kalmasını ve ticaretin devam etmesini gerektiriyor. IMF'in empoze ettiği mali disiplin, ekonomik politikalar ve reformlar buna yöneliktir. Açtığı krediler ise bu amacı gerçekleştirilmesi için hükümete ve Meclis'e verilen bir türlü sübvansiyon, teşvik primidir.

Dışarıdan baskı ve mali destek olmadan ülkenin talep ettiği ve çıkarına olan önlemleri almayan ve reformları yapmayan bir Meclis'e ve hükümete sahibiz. (Böyle bir meclis ve hükümetin üyelerinin cebine daha çok para koymak için yasa geçirmesi neden bu kadar şaşkınlık yarattı?)

Osmanlı o çağın gerekirdiği ekonomik koşullara çerçeve sağlayacak yasal ve idari ortamı sağlayamadığı için artan ticaret ve başlayan endüstrileşmenin yarattığı servetten pay alamadı. Zayfladı ve battı.

Osmanlı'nın ardından gelen Cumhuriyet de çağın gerektirdiği ekonomik koşullara çerçeve sağlayacak yasal ve idari ortamı sağlayamadı. Zayıfladı ve batıyor.

O zamanlar kapitülasyonlar vardı. Şimdi IMF var.

Özünde olay bu kadar basit. Türkler için, o zamanlar da kötü bir hükümet vardı, şimdi de kötü bir hükümet var.

Biz bu ülkenin kaynaklarını harekete geçirip zenginleşemiyoruz diye onlar bu ülkenin kaynaklarını harekete geçirip bizim sırtımızdan para kazanmaktan vazgeçmeyecekler.

4 Ekim 2001 Perşembe

Edebali'nin vasiyeti

Amerika'daki 11 Eylül felâketinden sonra kilise ayinlerinde ABD'nin liderlerini birarada gördük. Manhattan'daki bir ayinde, üç nesil ABD Başkanı yan yana oturuyordu.

Dünya Ticaret Merkezi'nde hayatını kaybeden İngilizler için yapılan bir ayine katılmak üzere İngiltere Başbakanı Tony Blair New York'a uçtu.

Bırakın yurt dışını, yurt içinde herhangi bir camide, bir Türk Başbakanı, Cumhurbaşkanı, Genelkurmay Başkanı, parti liderleri, önde gelen vatandaşlar biraraya gelebilir mi? Gelemez.

Türkiye'de din din olmaktan çıktı, lehinde veya aleyhinde pozisyon alınan siyasi bir ideoloji haline geldi veya getirildi.

Sanki hepimiz laik veya sofu olma seçeneği ile karşı karşıyayız ve birini seçmek, diğerini reddetmekle eş anlamlıdır. Sanki laik olan Müslüman olamaz, Müslüman olan ise laik olamaz.

Dindar olmak; dinci partiler, başörtüsü kavgası, imam hatip lisesi tartışması, Atatürkçülük gibi konularda otomatik olarak sofular ile saf tutmak anlamına geliyor. Özünde öyle olsa da, olmasa da.

Amerikalılar'ın yaşadığı felâketin ardından Hıristiyanlık, din, birleştirici bir unsur olarak ön plana çıktı. Teröristlerin saldırısına uğrayan Amerika, ölülerine dua etmek ve düşmanına karşı birlik olduğunu göstermek için kiliselerde toplandı.

Bizde din birleştirici değil ayırıcı bir unsurdur. Çünkü İslam Allah ile kul arasında özel bir ilişki olmaktan çıkarak bir siyasi avadanlık haline geldi veya getirildi. Dini siyasete karıştıranlar, iktidara gelmenin veya zengin olmanın bir manivelası olarak kullananlar, din adına akıl almaz cinayetler işleyenler ve gaddarlık yapanlar, Türkiye'de dindar olmaya kötü bir nam getirdi.

En büyük felâketlerden sonra bile -en yakın örnek olarak Marmara depremi- Türkiye'nin liderleri ve önde gelen insanları bir mevlitte biraraya gelemez. Çünkü böyle bir duaya katılmak sadece dua etmek seğil siyasi bir beyanda bulunmaktır.

Dini birleştirici değil ayırıcı bir şey haline getirmiş olmak, Türkiye'yi yönetenlerin kolektif basiretsizliğinin en önemli tezahürlerinden biridir.

Şeyh Edebali, damadı olan Osmanlı hanedanının kurucusu Osman Bey'e vasiyetinde şunları söylemişti:

Ey oğul, Bey'sin!

Bundan sonra öfke bize, uysallık sana.

Güceniklik bize, gönül almak sana.

Suçlamak bize, katlanmak sana.

Acizlik bize, yanılgı bize, hoşgörmek sana.

Geçimsizlik, çatışmalar,

Uyumsuzluk, anlaşmazlıklar bize, bağışlamak sana.

Ey oğul, bölmek bize, bütünlemek sana.

Üşengenlik bize, uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana.

Ey oğul,

Sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açmaz.

Şunu da unutma, insanı yaşat ki devlet yaşasın.

Ey oğul, işin ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı.

Allah yardımcın olsun.

Bölmek bize, bütünlemek sana. İnsan merak ediyor. Bu bilgelik, akıl, dürüstlük ve erdem; ne zaman, neden ve nasıl Türkler'i yönetenlerin özellikleri arasından çıktı diye.

22 Eylül 2001 Cumartesi

Ekonomik kriz ve seks yazıları

Eda telefonda "Yavuz Bey seni arıyor," deyince başıma geleceği anladım.

Grump! Yavuz Bey dediği, Yavuz Semerci. Ekonomi servis şefimiz. "Sırp Kasabı" olarak bilinir serviste. Çok sert.

"Gene seks yazısı yollamışsın," dedi hiddetle. "Burası Playboy mu, kardeşim? Müstehcen yayından kapattıracaksın gazeteyi. Çöpe attım. Maaşını da kesmelerini söyleyeceğim."

Bir dakika. Maaş ödemiyorsun ki, neyini keseceksin, dedim.

"Ben senin kesecek bir şeyini bulurum," diye devam etti tınmadan. "Ekonomi sayfası yönetiyoruz burda. Dünya inim inim inliyor sen bana seks yazısı yolluyorsun. Karından da mı korkmuyorsun?"

İki dakika izin verecek misin, bir şey anlatmak istiyorum, dedim.

"İki dakikayı geçmesin!"
Bir doktor varmış. Altı ay izne ayrılmaya karar vermiş. Doktor altı ay izin yapar mı, diye sormuşlar. Neden yapar, anlatayım demiş. Hastalarımın yarısı o kadar az hasta ki, ne yaparsam yapayım yaşayacak. Diğer yarısı o kadar çok hasta ki, ne yaparsam yapayım ölecek.

"Bana fıkra anlatıyor," diye bağırdı. "Ben ekonomi yazısı istiyorum, o bana fıkra anlatıyor!"

Demek istiyorum ki... Ben ne yazarsam yazayım; senin okurlarından bir bölümü batacak, bir bölümü zenginleşecek.

"Ne yani. Altı ay izne çıkacağım mı demek istiyorsun şimdi?"

Zaten herkes ekonominin düzelmeyeceğini biliyor, diyorum. Bunu onlara anlatmanın anlamı ne? Şimdi senle ikimiz İkinci Dünya Savaşı'nda, bir vagonda, gaz odalarına götürülen birer Musevi olsak. Sen benden zehirli gazların kimyevi özellikleri hakkında bir ekspoze mi istersin?

"Bitti mi?"

Veya diyelim ki Titanik'teyiz ve battı. Sen, ben Kate Winslet ve Leonardo DiCaprio kurtulduk ve bir kapıya tutunmuş yüzüyoruz. Sen DiCaprio'nun kafasına bir odun vurduktan sonra Kate Winslet'a yaklaşıyorsun. Benden Agatha Christie'nin Denizde Cinayet romanından pasajlar okumamı mı istersin?

"Bana kolonya getirin!"
Ayrıca ben ekonomide ne olup bittiğini anlamış değilim ki. Diğer bütün ekonomi yazarları ekonomik krizden nasıl kurtulacağımızı biliyor. Bir tek bende formül yok.

"Artık ben konuşabilir miyim?"
Yani demek istiyorum ki; olan olmuş, bir de boşuna milletin kafasını ütülemeyelim. Bırak seks konusunda yazayım.

Sessizlik. Sonra uzaktan Eda'nın sesini duyuyorum. "Bembeyaz olmuşsunuz Yavuz Bey, biraz otursanız" diyor. Sonra bir çığlık. "Çocuklar koşun! Yavuz Bey'e bir şey oluyor!"

Ardından yere yıkılan bir insanın çıkardığı bir ses geliyor. Ve bağrışmalar. Sonra ambulans sirenleri.

Tamam tamam, diyorum. Lanet olsun. Vazgeçtim. Ekonomi yazacağım. Hay Allah. İnşallah kötü bir şey olmamıştır. Çoluğu çocuğu var.

8 Eylül 2001 Cumartesi

Seks

"Öleceğimden bir tek şey için memnunun: Bu seks belasından kurtulmuş olacağım."

Bu lafı ben etmiş olmayı çok isterdim ama maalesef Rus piyanist Vladimir Horowitz (1904-1989) benden önce davrandı. Yoksa Rus besteci Igor Stravinsky (1881-1971) miydi?

İkisinden biri olduğuna eminim.

Kim söylemiş olursa olsun, taşıdığı anlam korkunç: Bir erkek ne kadar yaşlanırsa yaşlansın -Horowitz gibi 85 veya Stravinsky gibi 90- canı bir kadınla beraber olmayı istemeye devam ediyor. Tabii 85 veya 90 yaşında bir erkekle beraber olmak için kuyruklar meydana gelmeyeceğini söylemeye gerek yok. O zaman? Hüsran, ıstırap, ağız sulanması.

Rezalet!

Tanrım, nedir bu erkeklerin çektiği ve çekeceği? Kurtuluş yok mu, mezarın bu tarafında?

Aarrrgghhh! İmdat! İstemiyorum! Hayır hayır! Aiiiiiiiiiiiii!

Eskiden de bu kadar çok genç ve güzel kadın var mıydı yoksa ben mi yeni farkına varmaya başladım? Neden, nereye baksam onları görüyorum?

Bu kadar genç ve güzel kadına gerçekten gerek var mı yoksa bir "ihtiyaç fazlası" durumu mu var?

Gecekondulaşma konusunda bir yazı için araştırma yapıyorum ya da yaptığımı sanıyorum.

Dizimde not defteri, elimde kalem, kaşlarım çatık. Karşımda oturan melek yüzlü şehircilik uzmanı kadına, söylediklerini akıl almaz derecede ilginç bulduğum izlenimini vermeye çalışıyorum.

Ama aklım başka yerde.

Nerede mi?

Nerede olabilir?

Melek yüzlü şehircilik uzmanı kadının üstünde sulandırılmış turfanda vişne suyu yanığı renkli ipek bir bluz var. Bluzun bir, iki, üç, dört düğmesi açık. Bu kadar çok düğmeyi açmak Kıyafet Kanunu'na aykırı değil mi? Boynu ile göğüslerinin birinin sağa diğerinin sola gitmeğe başladığı yol ayrımı arasında, insan ayağı değmemiş karlı dağ eteklerinden ödünç alınmış beyaz bir coğrafya parçası var.

Orada işte.

Birdenbire, başımı buraya dayayıp uzun bir istirahate çekilme şeklinde özetlenebilecek dayanılmaz bir arzu doğuyor içimde.

Nerden çıktı şimdi bu?

"1980'lerde, biri askeri yönetim, diğerleri Turgut Özal döneminde olmak üzere toplam beş kez kaçak yapıların affına ilişkin yasa çıkartılmıştır," diyor kadın veya bana öyle demiş gibi geliyor.

"Ne diyorsunuz?" diye bağırıyorum heyecanla, havaya fırlayıp.

"Gecekondu alanlarındaki esas çarpıcı dönüşümü başlatan ve geri dönülmez hale getiren olgu, bu aflarıdır ve özellikle 2981 sayılı yasa kuşkusuz bunların arasında en önemlisidir" diye devam ediyor.

"Akıl alacak gibi değil," diye bağırıyorum. "İnanılmaz! Harika bir tespit!"

"Mart 1983 tarihli 2805, Mart 1984 tarihli 2981, Aralık 1984 tarihli 3086, Mayıs 1986 tarihli 3290 ve Mayıs 1987 tarihli 3366 sayılı yasaları kastettiğimi anlamışsınızdır."

"Anlamaz olur muyum?!"

Önünde diz çöküp, elini ellerimin arasına alarak, gözlerinin içine bakıyorum.

"Mümkünatı var mı? Tabii anlıyorum! 2981 sayılı yasa Özal'ın gecekonduluya verdiği, bulunduğu parsel üzerinde dört kat yapılaşma hakkı olarak özetlenebilir. Hedef, gecekonduların şıp diye çok katlı yapılara dönüşebilmesini sağlamaktı!"

"Aynen, aynen," diye karşılık veriyor şehirleşme meleği. Başımı göğsüme yaslayıp parmaklarını kontrol edemediği bir iştiyak ile saçlarımın arasında dolaştırarak: "Gecekonduların apartmanlara dönüşümünün önünü açmakla, Özal, düşük gelirli kentli kitlenin 1980 sonrasında uygulanan ekonomi politikaları ile kaybettiklerini emlak piyasasından elde edeceği gelirlerle telafi etmesini sağlayacak koşulları yaratmış oldu," diyor.

"Muhteşem," diye haykırıyorum, duvardan sıva dökülmesine yol açan canhıraş bir feryatla.

Kalkıp yatak odasına geçiyoruz.

Tahmin edebileceğiniz gibi gerçek hayatta olaylar bu şekilde gerçekleşmedi.

Acaba Viagra'nın etkisinin ters etkisini yapan bir ilaç var mı?

16 Ağustos 2001 Perşembe

Kurşuna dizilmek

Politikacının ağzı namlu, dili tetik, kelimeleri kurşundur. Batı ülkelerinde bunu çok iyi bildikleri için yeni başbakan ve bakan olanlara konusunda uzmanlar sıkı brifingler verirler.

Neyin ne kadarının, ne zaman, nerede, kime, nasıl söyleneceğini tayin eden profesyonel, sözleri dinlenen basın danışmanları vardır. Bunlar bütün önemli toplantılara katılırlar. Başbakanların konuşmalarını özel söylev yazarları yazar.

Başbakanlar her televizyon kamerası önlerine çıktığında konuşmağa başlamazlar. Konuşmaya başlamak istedikleri zaman önlerine televizyon kameralarını çıkartırlar.

Demokratik ülkelerde başbakan ve bakanlar istediğini, istediği yerde söyleme özgürlüğüne sahip olmayan tek azınlıktır.

Bu modern ve fonksiyonel bir devlet olam yolunda daha yiyecek çok fırın ekmeği olan Türkiye'de anlaşılmasına daha başlanmayan birkaç trilyon gerçekten biridir: Kabine üyelerinin sözleri kendilerine değil devlete aittir. Amerikan Başkanı Bush konuştuğunda konuşan Amerika'dır.

Laf Amerikan başkanlarından açılmışken, farkında mısınız bilmiyorum. Bu centilmenler nadiren ezbere konuşur. Üzerinde başkanlık armasının bulunduğu kürsüye çıkınca çoğunlukla ceplerinden küçük bir kağıt parçası çıkarıp konuşmalarını ona bakarak yaparlar. Ve ondan sonra bizim politikacıların hiç bilmediği bir şeyi yaparalar. Susarlar.

Her zaman kısadır söyledikleri Amerikan başkanlarının; çünkü şu basit kuralın farkındadırlar: Otuz kelime kullanırsanız medya bu cümlelerin tümünü kullanmak zorundadır. Kontrol sizdedir. Mesajınız yerine ulaşır. Otuzbin kelime kullanırsanız medya bunların içerisinden istediğini seçer. Mesajınız yolda tarumar olur, hedefe ulaşmaz.

Söz para gibidir. Eğer karşılığı yoksa, çoğaldıkça değeri azalır.

Konuşmak ise uçak kullanmak ya da ameliyat yapmak gibi öğrenilmesi gereken, maharet isteyen bir şeydir.

Öz, sözün altında gömülüdür Türkiye'de. Çünkü politika -- hükümet -- fabrika olması gerekirken tiyatrodur.

Acaba, diye kendi kendine soruyor insan, konuşma belli bir yaştan sonra seks yerine mi geçiyor?

Politikacıların konuşmaları ülkemizde ürkütücü boyutlara ulaşan çevre kirliliğinin en büyük nedenlerinden biridir.

Herhalde sebebi politikanın ve hükümet etmenin genelde iş değil laf yapmak üzerine bina edilmiş olmasıdır. Laf yapmak iş yapmaktan kolay olduğu için Türkiye'de kilogram olarak metre kareye düşen laf (palavra?) Avrupa Birliği ortalamasının kat kat üstündedir.

Politikacının ağzı namlu, dilinin tetik, kelimelerinin kurşun olduğuna inanmıyorsanız sokakta dikkatle çevrenize bakın. Çok kurşuna dizilmiş insan farkedeceksiniz.

Not: "Ben bu yazıyı daha önce başka bir yerde okumamış mıydım?" diye merak edenleriniz varsa cevap "evettir." Buna benzer bir yazı -- toprağı bol olsun-- Yeni Yüzyıl'daki köşemde 1997'de yayınlanmıştı. İşte, görüyorsunuz bazı şeyler değişmiyor, hatta daha beter oluyor.

11 Ağustos 2001 Cumartesi

Necdet Şen'in yolculuğu

Bir gün Necdet Şen küçük bir yolculuk yapmaya karar verdi. Kendini "kapana sıkışmış gibi" hissediyordu."Her gün havucun ardı sıra aynı güzergâhta" gidip gelmekten bıkmıştı. Kırılgan ruhunaf "sokak iti" olmanın "medya starı" olmaktan daha fazla denk düştüğüne karar verdi.

Kirada oturduğu bekâr evini boşaltıp eşyalarını annesinin evine yığdı. Çizgi roman çizerliği yaptığı Hürriyet gazetesinden istifa etti. Satıp savıp cebine birkaç bin dolar koydu. "Bana müsaade çocuklar; damarlarımda akan kanın şırıltısını işitebilmek için sessizliğe ihtiyacım var," deyip bir ekim günü Laleli'den otobüse bindi. Ve "Uzak Asya yollarında" ver elini İran, Pakistan, Nepal, Hindistan. "Yayan yapıldak" bir yolculuğa başladı.

Dudağında insanoğlunun ağaçtan inip yürümeye başladığından bu yana kendi kendine sorduğu soru: Ben kimim ve nereye gidiyorum?

Sonuç "Nereye?" adlı enfes bir kitap*. Türk dilinde okuduğum en güzel "iç yolculuk" öyküsü. En içten ve dürüst otobiyografi. Ve en komik gezi anıları.

Sevgi dilencisi
Necdet Şen'in İran ve Pakistan yolculuğu, yolcu olmaya alışmakla geçti. Otobüsle seyahat ediyordu. Parası o kadar kıttı ki günlük harcamalarının, yemek ve otel dahil, 10 doları geçmemesine özen gösteriyordu. Nepal'e vardığında ona eşlik eden yol arkadaşı ile ayrıldılar ve Şen, artık deneyimli bir seyyah olarak, gezginliğinin tadını çıkarmaya başladı.

Ama gene de yalnız, çünkü "Kendimi buralara sürükledim kendim ile birlikte." Bir de "felç eden sıkılganlık ve dışlanmışlık duygusu (nu)." Bir "sevgi dilencisi" olduğunu itiraf ediyor ama kendisine yaklaşan kızlara sırtını dönüyor. Reddedilmek korkusu, göz teması kurmasına engel oluyor. Gerçekte içi giderken, kasılıp umursamaz bir şekilde uzaklaşıyor, göz temasından kaçınarak. Toplumla göz temasından çekinmesinin ardındaki neden de bu belki.

Şen, mekik gibi (hepimiz gibi, belki) hüzünle neşe, hıyarlıkla centilmenlik, pintilikle cömertlik, sığlıkla derinlik, yumuşaklıkla sertlik, kendine acımayla efelenme, kızgınlık ve sükunet arasında gidip gelerek kilometreleri yutuyor külüstür, ayazlı otobüslerde. Ama her şeyin komik tarafını görerek ve sürekli kendi kendisiyle dalga geçerek.

"Sokaklarda çocuklar takılıyor peşime," diye yazıyor Akra'da. "How do you like India?" diye soruyorlar. Ben de onlara çarkıfelek sunar gibi abartılı şaklaban bir tavırla "Supeeer! Ultraaa! Megaaa!" diyorum, mutlu oluyorlar. Adımı soranlara da artık "Mikimaus" diyorum; Necdet deyince anlamıyorlar çünkü, on kere tekrarlatıyorlar. Türkiye'yi de anlamıyorlar çoğu zaman, nerelisin sorusunu da "Disneyland!" diye yanıtlıyorum. Şu ana kadar "yok deve!" diyen çıkmadı."

Gezi hem dışarıda hem de Şen'in içinde geçti. Kitabın en güzel, en lirik bölümleri Şen'in içine bakıp orada gördüklerine ses verdiği bölümlerdir.

İnsanın içini ısıtan, yüzüne tebessüm getiren bir kitap. Edebiyatımızda, benzersiz, büyük bir başarı.

----

(*) Necdet Şen Nereye? Uzak Asya Yollarında Yayan Yapıldak Bir İç Yolculuğun Öyküsü Parantez Yayınları 6.750.000 TL

28 Temmuz 2001 Cumartesi

Kayıtlara geçmemiş bir dünya rekoru

Sık sık dünya rekoru kıran bir ülkenin vatandaşı olduğumuz söylenemez. Onun için elime geçen bir dünya rekoru haberini sıcağı sıcağına size ulaştırmak istiyorum. Sıkı durun:

"Düşen dava" sayısında dünya birincisiyiz.

Bir davanın düşmesi ne demek?

Hukukta "zaman aşımı" diye bir kavram vardır. Anlamı şu: Bir dava belirli bir sürede açılacak veya sonuçlandırılacak. Aksi takdirde dava ortadan kalkar. Suç işlenmemiş sayılır.

Kısa bir süre önce medyadan iki önemli davanın "düştüğünü" öğrendik. Bunlardan biri "Susurluk sanıkları" ile ilgili "kayıp silahlar" davası idi. Diğeri ise İzmit depreminde kusurlu bina inşa ettikleri iddia edilen müteahhitlerle ilgili idi.

Binalar kusurlu inşa edilmiş, "kayıp silahlar" yasa dışı amaçlar için kullanılmış olsa da artık dava konusu olamaz. Suç ve ceza konusu yapılamaz.

Size Türkiye'de geçen yıl 200.000'den çok dosya düştü desem, inanır mısınız?

İnanın, çünkü bunu ve bundan sonra açıklayacağım rakamları Adalet Bakanlığı'ndan aldım.

İlk derece mahkemelerde (sulh ve asliye mahkemeleri kastediliyor) 77.000 dava düştü. Bu, bu mahkemelerin önüne gelmiş toplam dosyaların %7.4'üne tekabül ediyor.

Yargıtay'da 11.000 dava düştü. Bu, Yargıtay'daki toplam davaların %8.5'ine tekabül ediyor.

Savcılıklarda düşen toplam dosya sayısı ise 118.000. Yani dosyalar mahkemeye intikal etmeden düşmüş oluyor. Bu rakam da savcıların önüne gelen toplam dosyaların % 5'ine tekabül ediyor.

Hepsini toplarsanız 206.000 dosya eder.

Bu işi bilenlerden öğrendiğime göre davaların düşüşünün birkaç nedeni var. Bunlardan biri, iş yükü yoğunluğudur. Yani o kadar çok dava var ki, mahkemeler altından kalkamıyorlar, bazı davalar ister istemez düşüyor.

Bazı davaların başka düşüş nedenleri var ki bunları yazmak için hapse girmeyi göze almak lazım. Ben de galiba kahraman değilim.

Susurluk ile müteahhitlerin davalarının düştüğünden haberdar oldunuz. Biri artık meşhur olmuş kişilerle, diğeri ise Türkiye'nin geçen asırda yaşadığı en büyük trajedilerden biri ile ilgili. Medyanın gözü bu davaların üzerinde idi.

Ya medya başka tarafa bakarken (ki medya kadar başka tarafa bakmayı bileni yoktur cennet vatanımızda,) sessiz sedasız düşen veya düşürülen dosyalar?

Ne vardı, kimler vardı bu dosyalarda? Hangi nedenle düştüler? Düştükleri yerden neden ses çıkmadı?

Bunları araştırmak için ise mezara girmeyi göze almak lazım.

2 Haziran 2001 Cumartesi

Demokrasilerde fare tükenmez

Yerde uzanmış gazeteleri karıştırıyorum. Radikal Gazetesi'nde Neşe Düzel'in, ceza hukukçusu Profesör Köksal Bayraktar ile yaptığı söyleşiyi okuyorum. Türkiye'deki hukuk düzeninin ne kadar ilik donduran bir korkunçlukta olduğunu konuşuyorlar. Türkiye hukuk konusunda Avrupa Birliği yolunun neresinde? Başlangıç noktasında bile değil. Böyle hukuk sistemine sahip bir ülke, çağdaş demokrasiyi gerçekleştirebilir mi? Hayır, mümkün değil. Hukuk (Savcı Talat Şalk'ınki gibi) davranışları ve açıklamaları kaldırabilir mi? Hayır kaldıramaz. Gelişmiş ülkelerde DGM var mı? Hayır yok.

Böylece uzayıp gidiyor.

Sonra yabancı gazetelere bakıyorum. Alcatel (Fransız) ile Lucent (Amerikan) 17 milyar dolarlık bir transatlantik telekom şirketi yaratmak üzere birleşme görüşmelerine başladı. ABD Hazine Bakanı Paul O'Neill, şirketlerin ödediği vergiyi kaldırmayı planlıyor. Suudi Arabistan'ın 40 milyar dolarlık gaz projelerini sekiz batılı şirket paylaştı.

Özgürlüklerine, olanaklarına ve hayal gücünün genişliğine yabancı olduğumuz bir dünya var dışarıda. Oralardan ne kadar ilkel ve zavallı göründüğümüzü size anlatmak bile istemiyorum.

Merak ediyorum. Neden Türkiye'de hiç kimse değişim ve ilerleme ateşi ile yanmıyor?

Ay başını getiremeyen milyonlarca insan. Kalitesiz okullar, hastaneler, yollar, mahkemeler, karakollar, devlet hizmeti. Zehir saçan belediye otobüsleri, tıkalı dar yollar, kirli hava, fiyat etiketleri her gün değişen yiyecek maddeleri, yanmayan sokak lambaları. Bitmez tükenmez sıkıyönetimler. Her gece sokak köpeklerinin havlamalarından uyayamayan milyonlarca insan. Üzerine askeri uçaklar yağan topraklar. Girişimi boğan ve ülkeyi yatırım cehennemine çeviren; dürüstlüğü, sağlamak yerine imkânsızlaştıran yasalar.

Herkes bu hayattan memnun mu? Yoksa bu kalitesiz hayatın değişmesinin mümkün olmadığı mı sanılıyor? Her ülkede futbol maçlarından sonra havaya ateş ediliyor ve kornalar çalınıyor, mu sanılıyor?

Kedi gibi yaşamak varken neden fare gibi yaşıyorsunuz?

Mucize beklediğiniz için mi kılınız kıpırdatmıyorsunuz?

Size mucizenin %9'unun alın teri olduğunu söylemediler mi?

Gemileri karadan yüzdürenler nerde?

Rönesans, Reformasyon, Aydınlanma, Endüstri Devrimi, Enformasyon Teknolojisi. On yedi, On sekiz, On dokuz ve Yirminci yüzyılın bütün akımlarını usta bir tenis oyuncusu gibi geri çeviren bir ülke.

Nal toplamaktan sıkılmadınız mı?

Canınız birşeyler keşfetmek istemiyor mu? Yirmi birinci yüzyılın en büyük düşünürü olmayı düşünmüyor musunuz? Bir Nobel ödülüne ne diyorsunuz? Formula 1 yarışlarında birinci olmak istemiyor musunuz? Taklamakan Çölü'nü bisikletle ilk geçen siz olmayacak mısınız? Kâinatın var oluşunu izah eden bir teoriye adınızı vermeye ne diyorsunuz?

Böylece uzayıp gidiyor.

26 Mayıs 2001 Cumartesi

Arrrggghhh!

Üffff! Peki. İtiraf ediyorum. Yakında dede olacağım! Kızıma çocuk yapmaması için çok yalvardım. Daha toyum, hazır değilim, önümde uzun yıllar var, dedim. Bana sordun mu, dedim. Tehdit ettim. Topuğundan vurdururum, dedim.

Nafile.

Amerika Birleşik Devletleri'nin Florida eyaletinde, karnı burnunda gün sayıyor.

Ben de İstanbul'da gün sayıyorum. Ama bu iş kolay olmayacak. Kesinlikle ameliyatsız dede olamayacağım. Çok acı çekeceğim. Acaba sezaryenle mi dede olsam? Bayıltırlar mı?

Sabahleyin traş olurken aynaya bakıyorum, bir dede görecek miyim diye. Hayır. Dedemtırak birşeyler var, ama tam dede değil. Daha yeşil.

Acaba birdenbire mi dede olacağım? Belki de uyurken sancı tutacak. Ambülans. Sirenler. Arrrggghhh! Müjde, nur topu gibi bir dedeniz oldu!

Brrrrr!

Bu arada, kızım Florida'dan zırt vırt e-mail yolluyor .

"Evet sonunda geliyor," diyor, annesinin doğumda yanında bulunmak üzere Amerika'ya gidişini kastederek.

"Esasında yarın gelecekti ama ne oldu bilmiyorum." Ben de bilmiyorum çünkü karımla artık evli değilim.

"Ayşe'nin (kız kardeşi) bilgisayarı bağlandı mı? (Hayır) Mail adresi belli mi?" (No.)

Bu arada, birkaç gün önce orada doğum yapmış olan bir arkadaşı var. Çok lazımmış gibi, her gün onunla ilgili bir sağlık bülteni yolluyor. Florida'da doğan bütün Türk çocuklarının dedesi ben miyim?

"Arkadaşım pazartesi günü 2kilo 800 gr bir kız çocuğu dünyaya getirdi. Çok tatlı küçücük! Kendine geldikten bir iki saat sonra felaket krampları oldu. Akşama kadar ağrılarını zor dindirdiler. Morfine bile bünyesi cevap vermedi. Bu acı çekme olayı kişiden kişiye, bünyeye göre değişiyor sanırım. (Umarım.)"

"Bebeği hastanenin web sayfasında görebilirsin. Ama biraz çirkin çıkmış. www.bethesdaweb.com

Burada baby pictures'a (bebek fotoğrafları) giriyorsun. Sonra senden security kodu (güvenlik kodu) istiyor (941-02). Bu kodu girince bebeğin resmini görüyorsun.

Amerika'da çok fazla çocuk ve bebek kaçırma vakası varmış. Bebeğin ayağına resmen bir alarm takılı.

Bazı bebekler 36 saat bile süt almayabilirlermiş. Bu bebek hemen içti. Adı da Selin.

Bugün hastaneden çıkıyorlar. Ben her gün bebeği görmeye gidiyorum. Şimdi de hazırlanıp çıkacağım.

Seni çok öpüyorum.

Kızın."

Büyükbaba daha mı iyi acaba?

Dede. Büyükbaba. Dede. Büyükbaba.

İkisi de kulağıma hoş gelmiyor.

Baston satın alıp sakal uzatmam gerekecek mi? Kamburum var, yeni kambur almama gerek yok. Emekliler kahvesine devam mecburiyeti var mı?

Metresim duyarsa ne olacak?fSiz olsanız bir dede ile yatar mısınız? Ben kesinlikle yatmam.

Bu iş zor olacak. Hastaneye yatıp orada dede olmayı düşünüyorum. Bana da morfin verirler mi?

Acaba gizlesem mi?

Arrrggghhh! Hayır! İstemiyorum! İmdaaaaaat!

25 Mayıs 2001 Cuma

CASA olayı ve araştırmacı gazetecilik

Araştırmacı gazeteciliğe sahip olmayan bir gazete, dans pistine sahip olmayan bir diskoteğe benzer. Çok gürültü duyarsınız ama dansedemezsiniz.

CASA olayı Türkiye'deki ihale rezaletini -bu defa masum insan kanı ile ıslanmış olarak- bir defa da gözler önüne sermekle kalmadı. Medyanın bu tür haberleri izlemek konusunda ne kadar donanımsız olduğunu da gösterdi. Bu da bir başka türlü rezalettir ve bir açıdan CASA olayından da trajiktir. Çünkü CASA olayı gibi olayların yaşanması ve bu tip olayların devam etmesinin en büyük nedenlerinden biri, basının temel fonksiyonlarından birini ifa edememesidir. Bu araştırmacı gazetecilik fonksiyonudur.

Araştırmacı gazetecilik, bir veya bir grup gazetecinin süreki olarak bir olayın izlenmesine tahsis edilmesi ile yapılır. Bunlar sadece bir olayı izler ve bu olay haber olma özelliğini yitirinceye kadar peşini bırakmazlar. Araştırmacı gazeteciler, gazetecilerin komandoları, en iyi yetişmiş, elit neferleridir. Kaliteli bir gazetede her muhabir potansiyel bir araştırmacı gazetecidir.

Gel gelelim, angut polikacıların aptal laflarını nakletmek için ordu besleyen medya, CASA olayını çözmek için bir tek neferini cepheye sürmedi. Emin Çölaşan ile Fikret Bila'dan başka kimse konuyu iredelemeye değer bulmadı. Ama bu köşe yazarı işi değil, araştırmacı gazetecilik işidir. Araştırmacı gazetecilik ise bir ekip, bütçe, zaman ve editoryal irade meselesidir.

Fakat promosyona yüz milyonlarca dolar harcayan Türk basını, araştırmacı gazetecilik yapacak ekip, bütçe ve zamanı bulamadı. Televizyon dağıtarak tirajı bir milyona çıkarmak fırsatı, habere ağırlık vererek tiraj kazanmayı anlamsızlaştırdı. Ama burada birkaç noktayı dikkatten kaçırdılar: Televizyon dağıtmak gazetecilik değil bayiliktir. Gazete müşterisi ile televizyon müşterisi aynı değildir.

Eminim bu yazıyı okuyan bazı meslektaşlarım "Biz o skandalı, bu skandalı ortaya çıkardık" diyeceklerdir. Bu itirazda gerçek payı yok değil. Ama skandalı ortaya çıkarmak yeterli değildir. Sonuna kadar götürmek, bıkmadan izlemek, tamamen çözülünceye kadar peşini bırakmamak gerekir. Yalapşap takiple sonuç alınamaz. Sonucu alınamayan iş bitmemiş iştir. Bitmemiş işin hiç kimseye yararı yoktur. Susurluk skandalının çözülememiş olmasının en büyük nedeni basının işi kovalamayı bırakmasıdır.

Emin Çölaşan dünkü yazısında parmağını tam kanın aktığı yere bastırdı: "Türkiye'de bütün namussuzların bir tek güvencesi vardır; 'Boşver, birkaç gün yazarlar sonra unutulur gider. Hadise hasıraltı edilir, unutulur.'"

Namussuzlar gerçekten buna güveniyorlar. Türk basını da bugüne kadar namussuzları hiç hayal kırıklığına uğratmadı.

Promosyon selinin suları, gazeteciliği bir felaketzede haline getirdikten sonra, artık geri çekiliyor. Ve aynı anda Türkiye büyük bir değişim sürecinin eşiğinde duruyor. Basın hem bu değişimi etkileyecek hem de değişimle değişecektir.

Ben ümitliyim.

19 Mayıs 2001 Cumartesi

Kim bu Türkler'i rezil eden Türkler

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 10 Mayıs'ta Türkiye'yi Kıbrıs'ta 14 değişik konuda insan haklarını ihlâl etmek suçundan mahkum etti.

Kararlar Kıbrıs Rum Yönetimi'nin başvurusu üzerine alındı. Rumlar Türkiye'yi 1974 Barış Harekâtında ve ardından geçen 25 yıl içerisinde, birçok değişik konuda Ada'da, Avrupa İnsan Hakları Konvansiyonu'nu çiğnemekle, yani insan haklarına saygılı davranmamakla suçladı. Mahkeme iddiaların çoğunu haklı buldu; bir tanesinde "insanlık dışı davranış" ile suçlandık. Bazı davalar ise reddedildi.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 1959'da Fransa'nın Strasbourg kentinde kuruldu ve 1998'de sürekli hale getirildi. Görevi insan hakları ihlâllerini yargılamaktır. Türkiye bu mahkemenin hem üyesi hem de en büyük müşterilerinden biridir. Eğer değişmezsek, ki buna dair hiç bir emare görünmemektedir, bu mahkemede aleyhimize alınan ve çığ gibi büyüyen kararlar, başımıza büyük dertler açmaya namzettir.

Rumlar'ın haklı bulunan (ve bu yazının konusunu teşkil eden) davalarının bir çoğu Karpaz Yarımadası'nda yaşayan Rumlar'a yapılan muamele ile igilidir.

Karpaz Yarımadası, adanın tava sapı gibi Türkiye'ye uzanan bölümdür. Ağustos 1974'te Türk askerleri Lefkoşa'nın doğusundan ilerleyip Magosa ve onun modern bölümü olan Maraş bölgesini zaptettiğinde, binlerce Rum Karpaz'ın fköylerinde mahsur kaldı. Silahların susmasının ardından kuzeydeki Rumlar güneye, güneydeki Türkler kuzeye geçti. Ancak Karpaz Rumlar'ı bu mübadelenin dışında tutuldu.

Fakat yönetim Rumlar'ın Karpaz'ı terketmesini istiyordu. Bu yüzden onlara iyi davranmadı. Rumlar'ın hayatlarını zindan edecek önlemler uygulandı. Taciz edildiler. Tarlalarını ekemediler. Gönüllerince kiliselerine gidemediler. İlkokulda okutulmak üzere yollanan kitaplar sansür edildi. Ölenlerin malları çocuklarına miras olarak bırakılmadı. Güneye gidip geri dönmeyenlerin mallarına el kondu.

Nüfus yavaş yavaş azaldı. Geride çoğunluğu ihtiyar olan ve sayıları gittikçe azalan bir avuç insan kaldı.

Özetlemek gerekirse, Rumlar'ın 1974 Barış Harekâtı'ndan önce bize reva gördüklerinin bir benzerini biz onlara reva gördük.

Kim dizayn etti 65 milyon Türk'ü rezil eden bu politikayı, bir avuç silahsız ve zararsız Rum'a karşı? Orada yapılanlar karşılığında elde edilen toprak, bu toprakla beraber gelen kötü nama değer mi?

Başka halkları insanlık dışı muamelelerden korumak üzere Bosna'ya, Somali'ye asker gönderirken kendilerini insafımıza terkeden bu sivillere neden uygarca davranamadık? Yüzbinlerce Irak Kürtü'ne gösterilen yumuşak konukseverlik neden Karpaz Rumları'na gösterilmedi?

Mahkemenin kararını okurken yüzüm kızardı.

Sonunda alınmak istenen sonuç ne olursa olsun, kimsenin Türkler'i dünyaya barbar gibi göstermeye, rezil etmeye hakkı yoktur.

Biraz yumuşaklık lütfen. Savaş sona ereli 27 yıl oldu.

18 Mayıs 2001 Cuma

Dünyayı kadınlar idare etseydi

Geçenlerde bir bayan arkadaşımla konuşuyordum. Bana "dünyayı kadınlar idare etseydi daha iyi bir yer olurdu", dedi. Neden, diye sorunca şu cevabı verdi: "Çünkü kadınlar bir anlaşmazlığı çözmek için yumruklarını kulanmazlar. İlk reaksiyonları, ortalığı yatıştırmak, ondan sonra da uzlaşmaya çalışmaktır." Bu konuşmadan birkaç gün sonra Adalet Bakanlığı'nın web sitesinde (http://www.adalet.gov.tr) bir araştırma yaparken bayan arkadaşımın savına inanılırlık getiren bazı istatistikler gözüme çarptı. Bu istatistikler, açılan ceza davalarının toplamına baktığımızda, Türk kadınlarının Türk erkeklerine kıyasla (nerdeyse) birer melaike olduğunu gösteriyor. Laf aramızda, kadınların evrimin son basamağını teşkil ettiğine inanan ve mecburiyet dışında, kadınlarla beraber olmayı erkeklerle beraber olmaya her zaman (neredeyse) tercih eden biri olarak buna sevinmediğimi söylersem yalan olur.

1999 yılında açılan ceza davalarına baktığımızda aşağıdaki rakamları görünüyoruz.

Aleyhine ceza davası açılanlar

Erkek:691.000
Kadın:54.000
Yani, mahkeme önüne çıkarılmış suçların sadece %'e yakın bir bölümü kadınlar tarafından işlenmiş.

Türkiye'de en çok işlenen suçlar müessir fiil (dövmek, itmek gibi "cismen eza veren fiiller") ve hırsızlıktır. Bunlar işlenen toplam suçların yüzde 40'ını teşkil eder. Dağılım aşağıdaki gibi:

Müessir fiil

Erkek:154.000
Kadın:11.000

Hırsızlık

Erkek:130.000
Kadın:12.000
Üçüncü en popüler suç -yüzde beşten biraz fazla- adam öldürmedir. Burada da erkekler şampiyon.

Adam öldürme

Erkek:37.000
Kadın:2.400
Sarhoşluk (bu suç mu idi?) ve kumar nerdeyse erkeklere has bir suç:

Sarhoşluk

Erkek:21.000
Kadın:180
Kumar
Erkek:15.000
Kadın:50
"Araba ve hayvan muhafazasında kusur" konusunda (bu her ne demekse) kadınlar erkeklere kıyasla nerdeyse birer melektir:

Erkek:18.000
Kadın:500
"Irza geçme ve iffete taarruz" konusunda da erkekler önde. Bu kategorideki suçlardan mahkemelik olan erkeklerin sayısı 22.500 iken kadınların sayısı 1.300. Bu bayanların kimin ırzına, nasıl geçtikleri konusunda istatistiklerde herhangi bir ayrıntı bulamadım.

"Kız ve kadın ve erkek kaçırma" suçundan da 600 kadın mahkemelik olmuş. Bir kadının bir erkeği nasıl kaçırdığını da merak ettiğimi itiraf etmeliyim. Bilen var mı?

Türk erkekleri isef11.000 "kadın ve kız kaçırma" suçu işlemiş. Bu bir dünya rekoru olabilir mi?

Gelelim araba kullanmaya. Erkekler hep kadınların kötü araba kullandığını iddia ederler ama bu galiba kadınların kötü araba kullanmasından çok karikatürcülerin çoğunlukla erkek olması ile ilgili. Çünkü trafik kurallarını çiğnemekte rekor, açık farkla, kadınlara değil, erkeklere ait:

Erkek:226.000
Kadın:2.700
Kadınlar disipline daha riayetkâr. "Emirlere riayetsizlik" suçundan hakim önüne çıkan erkek sayısı 14.000, kadın sayısı 1.500.

Kadınlar daha güvenilir. "Emniyeti suiistimal" suçu işleyen erkek sayısı 10.000 iken kadın sayısı sadece 440.

"Hakkı olmayan yere tecavüz" suçunda da şampiyonluk,fçişini ayakta yapanlara ait. Bu suçu ileyen 9.400 erkek, 400 bayan olmuş 1999 yılında.

Adalet Bakanlığı'nın sitesinde buna benzer birçok ilginç istatistik var.

Sitede ilginç olan başka bir şey, Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk'ün e-mail adresinin bulunması (hsturk@adalet.gov.tr) Merak ediyorum, acaba ne kadar e-mail alıyor; okuyor mu ve cevaplıyor mu diye.

EN ÇOK OKUNANLAR