1 Mart 2002 Cuma

Çirkefte ikinci buluşma

Patronlar Batı'dan Türkiye'ye en yeni matbaaları ve elektronik sistemleri ithal ettiler ama beraberinde batılı gazeteciliği getiremediler.

Batı gazeteciliği zamanın testinden geçmiş ahlâk kurallarına ve tekniklere dayanır. Bunlar ülkemizde yaygın olarak ne bilinmekte ne de uygulanmaktadır. İnsaflı olmak gerekirse, bunların birçoğunun batı ülkelerinde de uygulanmadıklarını söylemek lazım. Ama orada, birçok ülkede bu kuralları titizlikle uygulayan veya uygulamaya çalışan hiç olmazsa birkaç yayın organı bulabilirsiniz.

Bizdeki gibi insanlara hakaret etmek, çamur atmak, iftira etmek o kadar kolay ve ucuz değildir Batı'da. Daha doğrusu, ucuz olmadığı için kolay değildir. İngiltere'de veya ABD'de kişilere mahkemede kanıtlanamayacak ithamlarda bulunan gazeteciler, milyonlarca dolara varan tazminatlara çarptırılıyor. Hiç bir patron böyle bir gazeteciye maaş ödemeye devam etmez.

Bizde ise iftira ve yalanı bir ihtisas haline getirmiş gazeteciler ve köşe yazarları vardır. Bunlardan bazıları medyada en çok para kazanan bazı gazeteciler arasındadır. Kimbilir, belki böyle oldukları için çok para kazanıyorlar.

Bunlar mahkemelerde defalarca tazminata mahkum edilmiş olmalarına rağmen hiç birşey olammış gibi işlerine devam ederler. Savunma masrafları müesseseleri tarafından üstlenilir (Türkiye'nin en değerli ceza hukuku profesörleri, derin bir iğrenme duygusuyla bile olsa, bunları savunur), tazminat çeklerini patron imzalar.

Bu işte, batı gazeteciliği ile aramızdaki en temel farklardan birini meydana geirir: Bizde hakaret ve iftiranın finansmanını gazete patronları yapıyor.

Gene insaflı olmalı: Bu gazetecilerden bazılarını patronların, isteseler bile sokağa atmaya güçlerinin yetmediğini biliyoruz.

Gazeteciliğin en temel kurallarından biri, haberi, doğruluğundan emin olmadan yayınlamamaktır. İyi bir gazeteci (hatta iyi olmayanı bile) aleyhinde iddialar bulunan bir insanı arayıp onun savunmasını almak ve yazısına koymak zorundadır.

Kişinin savunmasını almadan onun hakkında bir yargıya varmamak hukukta ne kadar temel ise, gazetecilikte de bu kural o kadar temeldir. Yani, bir kişinin savunmasını almadan onu asmak ne kadar hukukun ırzına geçmek ise, bir kişi hakkındaki suçlamaları, doğru olup olmadığını kontrol etmeden yazıp yayınlamak, o kadar gazetecilik ahlâkının ırzına geçmektir.

Emin Çölaşan ile Fatih Altaylı' nın Avrupa Birliği Büyükelçisi Karen Fogg'un e-mail'lerine dayanarak bana yönelttikleri itham ve aşağılama, işte böyle bir ırza geçmedir.

Her ikisi de (özellikle 30 yıldır tanıdığım ve nasıl bir insan olduğumu bilmesi gereken Çölaşan) telefon edip "senin hakkında böyle diyorlar, ne diyeceksin bakalım?" diyebilirlerdi.

Ama demediler.

Bunların yaptığı "gazeteciliğe" baktığınızda -eğer buna gazetecilik demek mümkün ise- demelerini beklemek de abesti zaten.

O zaman kendi kendime cevabımı vereyim: Fogg ile ilişkimde yasal ve ahlâki açıdan aykırı hiçbir şey olmadı. "İki beleş dış gezi daveti, bir akşam Kör Agop Meyhanesi'nde bedava kafa çekmek uğruna," ülkeyi satmadım. Fogg ile "gizli" kodlu yazışma yapmadım. Bana "gizli" belge yollamadı sadece yolladığı belgeleri -bunlar daha sonra web sitelerinde yayınlandı- kendisinden aldığımı gizli tutmamı istedi. Yabancı bir ülke adına lobicilik de yapmadım.

Eğer ellerinde aksini kanıtlayacak kanıt varsa, yakında bunları mahkemeye sunma şansları olacak.

EN ÇOK OKUNANLAR