31 Mart 2002 Pazar

Çocukları dinlemek

Eşim Almanya'da bir müzik seminerine gidince çocukların anneliği de bir haftalığına bana geçti. 
 
Sabahleyin saat 06.00'da kalkıp kahvaltılarını hazırladıktan sonra 06.20'de onları uyandırıyorum. Mayıs ayında dokuz yaşına basacak olan Selim erken uyandırılmaktan nefret ediyor. Gece zor uyuyor, sabah zor kalkıyor. 
 
Ondan iki yaş küçük olan Sara tam tersi. Başını yastığa koyar koymaz uyuyor. Sabahleyin dokunur dokunmaz kalkıyor ve bıcır bıcır konuşmağa başlıyor... Bir kat aşağıdaki banyoya iniyoruz. Giyecekleri elbiseleri geceden hazırlayıp halının üzerine serdim, iki küçük küme halinde. Yüzlerini yıkayıp giyiniyorlar: Bir kat daha aşağı inip mutfaktaki kahvaltı masasına oturuyoruz. Onlar yemeklerini yerken ben de çayımı içiyorum. Sonra bir kat daha aşağıya inip minibüslerinin gelmesini bekliyoruz.

19 Mart 2002 Salı

Süleyman ama Kanuni değil

Bazen merak ediyorum, acaba Süleyman Demirel hapiste çürüyen yeğenini düşünüp, keşke iktidarda olduğum yıllarda barajlar kuracağıma sağlam bir adalet sistemi kursaydım diye düşünüyor mu?

Bir "Kanuni" Süleyman da ben olsaydım.

Ne barajlar krallığı, ne babalık, ne yedi defa başbakanlığa gelip gitme işe yaradı. Dolaş bir memleketin mahkemelerini; duvarlarda asılı dava listelerine, koridorları dolduran kirli kalabalıklara bak, ay sonunu getirmekten aciz savcı ve yargıçlarla konuş,fbirbirini tutmayan yargı kararlarını oku, yönetimini mapusların gardiyanlardan devraldığı hapishaneleri gez.

Bütçeleri hatırla. Neden eğitim ve adalete bu kadar az para ayrılıyordu da, örneğin, savunmaya kamyonla gidiyordu paralar?

Barajlar yapılmasaydı karanlıkta kalacaktık. Ama adaletsizliğin karanlığından daha koyu bir karanlık var mı?

Siz hiç mahkeme kapısında beklediniz mi?

Hücrede yattınız mı?

Hudutlar güçlü, asayiş "berkemal" ama hayat kalitesi düşük. Avrupa'nın en cılız adalet sistemine sahibiz. Türkiye, sadece politikacıların söylevlerinde bir hukuk devletidir. Yargı sadece retorikte bağımsızdır.

İşte lazım oldu.

Adamcağız zindana düşeli bir yılı geçti. Belki çaldı, belki çalmadı mudilerin paralarını. Çivi çiviyi söker ama adaletsizlik adaletsizliği sökmez.

Gözaltı ceza değildir. Bizde oldu. Yedi defa başbakan, bir defa cumhurbaşkanı oldunuz -onu unutuyordum az daha çünkü hatırlanacak bir şey yapmamıştınız- ama Türkiye'de hâlâ gözaltı ile hapis cezasını karıştırıyorlar. Avrupa'da hiçbir yerde bu kadar uzun gözaltı yok, Sırbistan'ı saymazsanız, ki ondan bile emin değilim.

Cumhurbaşkanı, başbakan olsaydınız bunlar olmazdı tabii. Kim cesaret edecekti başbakanın, cumhurbaşkanının yeğenini kelepçeye vurup teşhir etmeye ve bitmez bir gözaltında çürütmeye? Belki sandınız ki bu saltanat hiç sona ermeyecek. İpleri hep elinizde tutacaksınız.

Saltanatı mutlak ve sona ermeyen adalet getirseydiniz memlekete, böyle olmayacaktı.

Siz çok uzun zaman iktidarda kaldınız ama başarınız kısa oldu.

Yeğeninizin hapiste olması, o uzun yıllara dair ilginç şeyler anlatabilir kulak verenlere.

17 Mart 2002 Pazar

Akıl oyunları

Öğleden sonra yazı yazmaktan ve evde oturmaktan iyice sıkılınca sinemaya gitmeye karar verdim.

Capitol sinemalarına telefon edip Russell Crowe'un oynadığı A Beautiful Mind veya Akıl Oyunları (Niye "Güzel Bir Akıl" değil, İngilizcesi'nde olduğu gibi, Allah bilir) adlı filmini 15.50 de görebileceğimi öğrendim.

Saat üçü on geçiyordu. Arabaya atlayıp Capitol'e gittim. Sıra başı bir bilet aldım. Kitapçıda biraz dolandım. Biletimi kestirip salona girdim.

Biletimde 13/1 yazıyordu. Orada bir adam oturuyordu.

"Yerimde oturuyorsunuz" dedim.

"Biri de benim yerime oturdu."

Adamı şiddet veya diplomasi kullanıp yerine gitmeye ikna etme havasında değildim. "Ben de başkasının yerine oturayım o zaman" dedim. Arkasınaki boş koltuğa oturdum.

On saniye sonra ışıklar söndü. Yirmi saniye sonra iki bayan, gözleri karanlığa alışamamış insanların tedirgin yürüyüşüylef merdivenleri yavaş yavaş çıkıp yanıbaşıma park etti.

"Numaralar da görünmüyor" dedi biri. Diğeri "dur bir saniye" dedi. İçinde bir şeyler aranan bir kadın çantasının çıkardığı sesler duyuldu. Birazdan küçük bir el fenerinin küçük ışığı kotuğuma vurdu. "Yerimizde biri oturuyor" dedi el fenerli ses. "Boşver. Biz de arkasına oturalım öyleyse."

Anlaşılan onlar da benim gibi, dış politikalarını hır çıkarmak yerine araziye uyup karakolluk olmadan filmi seyretmek üzerine bina etmişlerdi.

Kadınlar arkamdaki koltuklara otururken onların da arkasından başka bir bayanın sesi geldi. "Benim de yerime oturdular."

İlginç.

Acaba sinemada herkes başkasının yerinde mi oturuyordu?Bu, dünyadaki herkesin bir başkasının yerinde oturduğu tek sinema olabilir miydi? Belki de sinema tarihindeki herkesin bir başkasının yerinde oturduğu tek sinemada bulunuyorduk. Ve farkında olmadan sinema tarihine yeni bir "ilk" ilave ediyorduk.

Salona ilk giren kendi koltuğu yerine bir başkasının koltuğuna oturdu ise.

Bu yer, ikinci gelen kişinin yeri idi ise. İkinci kişi üçüncünün yerine oturmak zorunda kaldı ise. Ve bu, tesadüfen, zincirleme herkesin bir başkasının yerine veya kendi biletindeki yerden başka bir yere oturmasına neden olmuş oldu ise. Olabilirdi.

Böyle bir şeyin olmuş olmasının matematiksel olasılığı ne idi?

Bunu benim bulmam olanaksız. Bunu ancak birkaç saniye sonra başlayacak filmin konusu olan Amerikalı matematik dehası John Nash çözebilir, bu kadar salak bir problemi kafa yormaya değer bulursa tabii.

Nash, Princeton Üniversitesi'ndef21 yaşında bir öğrenci iken rasyonel insan davranışını açıklayan önemli bir teori geliştirdi. Nash Dengesi olarak bilinen bu teori daha sonra ekonomide birçok olay ve davranışı açıklamak için kullanıldı.

Film matematik ve şizofreniyi anlatıyormuş gibi görünüyordu ama esas konusu sevgi ve saygı idi. Hayat matematik ve fizik ile değil, sevgi ve saygı ile yürüyordu:f Eşe, işe, arkadaşlara, çevreye duyulan sevgi ve saygı. Nash'in bu nefis filmde anlatılan hayatı bunun bir kanıtı idi.

Ve bu hayat, sinemada başkasının yerine oturan adamın saygısızlığını gerçek perspektifine oturtuyordu.

Yargı sistemine saygısı olmayan emekli generaller, Çetin Altan'ın ustalığına saygı duymayan hödükler, oyu ile iktidara geldikleri halkın parasını çalan politikacılar, "en büyük asker bizim asker" naraları ile sessizliği kirletenler, pencereyi açıp gol kurşunu sıkanlar.

Sinemada başkasının yerine oturan adam, bu ve bunlar gibi sayısız saygısızılık ırgatlarından sadece biri idi. Olması gereken yerde olmayan insanlardan müteşekkil bir toplum olduğumuzu sembolize ediyordu.

12 Mart 2002 Salı

Kağıttan kayıklar

Emin Çölaşan'ın, Metin Münir'in Karen Fogg'a yolladığını iddia ettiği e-mail:
"İşte Merkez Bankası'ndan, son politikaları-veya politikaları olmaması- konusunda iki rapor. Lütfen önce ikinciyi oku. Haftaya Ankara'da görüşürüz."

* Emin Çölaşan'ın değerlendirmesi:
"Bu nasıl 'gazeteci' ve 'gazeteciliktir' ki, elde ettiği Merkez Bankası raporlarını bile Fogg'a gönderiyor, resmen 'haber kaynaklığı' yapıyor!

* Gerçek:
Fogg'a yolladığım iki "rapor" Merkez Bankası'ndan veya "Merkez Bankası raporu" değildi. Merkez Bankası'nın politikalarına dair iki rapordu.

"Merkez Bankası'ndan," veya "Merkez Bankası raporu," derseniz bu, İstiklâl Caddesi 10, Ulus, 06100 Ankara, Türkiye adresinde faaliyet gösteren T.C. Merkez Bankası'ndan temin edilmiş veya orada hazırlanmış bir raporu kastetmiş olursunuz.

"Merkez Bankası'nın politikalarına dair rapor" hazırlayan ise düzinelerce yer vardır. Türkiye'de ve dünyanın birçok başka ülkesinde banka ve broker'lık şirketlerinde her yıl T.C. Merkez Bankası'nın politikalarına dair yüzlerce rapor hazırlanır.

Aradaki fark şudur: Merkez Bankası'nın hazırladığı veya Merkez Bankası'ndan çıkan bir rapor, devletin politikalarını içeren, resmi ve muhtemelen gizli bir belgedir.

Diğeri, ne resmidir ne de gizli.

Benim Fogg'a yolladığım raporlar, bu raporlardandı. Bu raporlara sahip olmak, onları bir başkasına yollamak, onlarla kağıttan kayık yapmak v.s. her şey serbesttir.

Ama Çölaşan "haber iyi ise, doğru olup olmaması önemli değildir" prensibine göre gazetecilik yapan bir dostumuz olduğu için, bu gerçeği bilerek ve isteyerek sakladı. Çünkü amacı, okuyucularına beni Merkez Bankası'nın raporlarını yabancı bir büyükelçiye veren bir gazeteci olarak göstermekti.

* "Hey bir dakika, neden Çölaşana'a değil de sana inanalım?" diyebilirsiniz. "Kendini savunmak için yalan söylemediğin nereden belli?"

Güzel bir soru.

* Cevap:
Raporlar Fogg'a yolladığım e-mail'e eklenmişti. Bu ekler tıklansa; Bear, Stearns & Co. Inc adlı Amerikan yatırım bankasının analistlerinden Tim Ash tarafından hazırlanıp ben dahil birçok kişiye gönderildiği görülecekti.

Çölaşan ve ona Fogg'un çalınmış mail'lerini tedarik eden firmanın bunu görmemiş olması mümkün değil. Çünkü e-mail ellerinde olduğuna göre ekleri de ellerindedir. Ekleri ellerinde olmasaydı e-mail de ellerinde olmayacaktı. Çünkü ekler e-mail'in içinde.

* Özet:
Fogg'a İngilizce yazdığım e-mail, kasıtlı olarak; -beni Merkez Bankası'nın raporlarını yabancı bir büyükelçiye veren bir gazeteci olarak göstermek için- Türkçeye yanlış çevrildi. Çölaşan da raporların herkesin elinde olabilecek bir analist raporu olduğunu isteyerek gizledi.
Bunun bir adı var ama, gazetecilik değil.

Kabahat Çölaşan'da değildir. Kabahat, Çölaşan'ın çalınmış ve basımı Türk mahkemelerince yasaklanmış özel e-mail'leri yaymak için Hürriyet gazetesini kullanmasına izin verenlerdedir.

Bunları uzun uzun kendimi savunmak için yazmadım. Çölaşan gibi gazeteciler karşısında herkes savunmasızdır. Merkez Bankası'ndan beni arayıp bu işle kendilerinin bir ilgisi olmadığını açıklamamı istediler. Bunun için yazdım.

10 Mart 2002 Pazar

Çay ve karga

Dudağımda ıslık, yüzümde tebessüm, Londra Picadilly'deki Fortnum&Mason mağazasının cam kapısından içeri giriyorum ve sola kırarak çay reyonunun önüne dikiliyorum.

"Anhui Black Mudan çayı," diyorum. "İki yüzer gramlık iki torba, lütfen."

Kapısında, Kraliçe'nin ara sıra buradan alışveriş yaptığını gösteren bir arma taşıyan dükkânın çay departmanı şefi yanıma yaklaşıyor.

"Size, maalesef, yardımcı olamayacağım, efendim," diyor, redingotunun iki yakasınını tutarak, hastasının öldüğünü yakınına açıklayan doktor tavrıyla.

"Artık Anhui Black Mudan'ı stokumuzda bulunduramıyoruz."

Yüzümdeki tebessüm bir sonbahar yaprağı gibi düşüveriyor.

"Neden?"

"Avrupa Birliği normlarına uymadığı için ithalatını durdurmak zorunda kaldık."

"Avrupa Birliği normlarınının nesine uymuyormuş?"

"Onu bilemiyeceğim, efendim. Brüksel'deki bürokratların karışmadığı şey yok. Yakında Anhui Black Mudan değil, viski bile içirmeyebilirler bize."

Brüksel'deki bürokratlara gelmeden önce Anhui Black Mudan üzerindeki esrar perdesini aralayayım. Anhui, Çin'in güney eyaletlerinden biridir. Orada, diğer şeyler yanında, çay yetişir. Bu çayların en yaygın olarak bilineni Keemun'dur. Black, yani siyah Mudan (bir de Red, yani kırmızısı vardır, ama şimdilik bunu unutalım) da bu eyaletin bir ürünüdür. Ama daha ender bulunur (rekoltesi yılda üç-dört kilo olan ve kilosu bir milyardan fazlaya satılan Çin çayları vardır,) daha pahalı ve lezizdir.

Black Mudan fermantasyondan geçmeden, yani yeşil olma durumundan siyah olma durumuna geçirilmeden (çünkü çay doğal halinde yeşil veya beyazdır, ama şimdilik bunu da unutalım) önce, kırılmadan ipliğe dizilir.

Satın aldığınızda Black Mudan, küçük bir deniz anacığı gibi değirmidir.

Çaydanlıkta demlenirken çaylar, saçını çözen bir kadın misali, "açılır" ve çaydanlığın dibini kaplayacak biçimde genişler. Tabii, çaydanlığa koyup demleyecek Anhui Black Mudan'ınız varsa. Ki benim artık yok. Brüksel'deki bürokratlar yüzünden.

Bize bir cennet gibi görünen Avrupa Birliği, birçok Avrupalı için ulusal özellikleri törpüleyen, farklılıkları standartlaştıran, orijinallikleri tekdüzeleştiren, yöreselliği yerle bir eden bir bürokratik heyuladır.

Brüksel, üye ülkelerin tamamında uygulanan kurallar üreten bir bürokratik makinedir. Anhui Black Mudan'ı Londra'da bulamıyorsanız, Berlin'de veya Stockholm'de de yoktur. "Eurokratların" yazdığı kurallar Avrupa'da yaşamın en ücra köşelerine kadar nüfuz eder. Uygulanmaları zorunludur.

Kısa bir süre sonra Euro (birkaçı hariç) bütün Avrupa ülkelerinde geçerli para birimi olmaya başlayınca, bu aynı olma süreci doruk noktasına yaklaşacak. Birçok Avrupalı Euro'dan korkuyor ve Eurokratlardan hoşlanmıyor. Ama Avrupalılar tarihlerinin en müreffeh ve asude yıllarını yaşadıklarının da farkında. Her şeyin bir bedeli varsa belki Avrupa Birlikli olmanın bedeli de süpermarket domatesi gibi olmaktır: kalın derili, kokusuz, tatsız, uzun ömürlü ve standart.

Bana göre değil. Ben Anhui Black Mudan içmek istiyorum.

***
Yukarıdaki yazım, "Kalkmışken Eurokratlara Bir 'Anhui Black Mudan' Koy!" başlığı altında, geçtiğimiz yılın martında Avrupa Birliği Türkiye Temsilciliği'nin web sitesinde yayınlandı. Karşılığında bana 200 Euro ödediler.

Büyükelçi Karen Fogg'un e-mail'leri çalınıp yayınlandıktan sonra, bu siteye yazı yazan gazeteciler, bazıları tarafından "ihanetle" suçlandı. (Yazıların tamamını şu adreste bulabilirsiniz:

http://www.deltur.cec.eu.int/ guncelavrupa.html)

Yukarıdaki yazıyı okuduktan sonra ya "vatana ihanet" tanımlamanızı çay konusunu içine alacak bir biçimde değiştireceksiniz.

Ya da atalarınızın çok önceden keşfettiği bir gerçeği (inşallah) anlayacaksınız: Kılavuzu karga olanın burnu .oktan kurtulmazmış.

1 Mart 2002 Cuma

Çirkefte ikinci buluşma

Patronlar Batı'dan Türkiye'ye en yeni matbaaları ve elektronik sistemleri ithal ettiler ama beraberinde batılı gazeteciliği getiremediler.

Batı gazeteciliği zamanın testinden geçmiş ahlâk kurallarına ve tekniklere dayanır. Bunlar ülkemizde yaygın olarak ne bilinmekte ne de uygulanmaktadır. İnsaflı olmak gerekirse, bunların birçoğunun batı ülkelerinde de uygulanmadıklarını söylemek lazım. Ama orada, birçok ülkede bu kuralları titizlikle uygulayan veya uygulamaya çalışan hiç olmazsa birkaç yayın organı bulabilirsiniz.

Bizdeki gibi insanlara hakaret etmek, çamur atmak, iftira etmek o kadar kolay ve ucuz değildir Batı'da. Daha doğrusu, ucuz olmadığı için kolay değildir. İngiltere'de veya ABD'de kişilere mahkemede kanıtlanamayacak ithamlarda bulunan gazeteciler, milyonlarca dolara varan tazminatlara çarptırılıyor. Hiç bir patron böyle bir gazeteciye maaş ödemeye devam etmez.

Bizde ise iftira ve yalanı bir ihtisas haline getirmiş gazeteciler ve köşe yazarları vardır. Bunlardan bazıları medyada en çok para kazanan bazı gazeteciler arasındadır. Kimbilir, belki böyle oldukları için çok para kazanıyorlar.

Bunlar mahkemelerde defalarca tazminata mahkum edilmiş olmalarına rağmen hiç birşey olammış gibi işlerine devam ederler. Savunma masrafları müesseseleri tarafından üstlenilir (Türkiye'nin en değerli ceza hukuku profesörleri, derin bir iğrenme duygusuyla bile olsa, bunları savunur), tazminat çeklerini patron imzalar.

Bu işte, batı gazeteciliği ile aramızdaki en temel farklardan birini meydana geirir: Bizde hakaret ve iftiranın finansmanını gazete patronları yapıyor.

Gene insaflı olmalı: Bu gazetecilerden bazılarını patronların, isteseler bile sokağa atmaya güçlerinin yetmediğini biliyoruz.

Gazeteciliğin en temel kurallarından biri, haberi, doğruluğundan emin olmadan yayınlamamaktır. İyi bir gazeteci (hatta iyi olmayanı bile) aleyhinde iddialar bulunan bir insanı arayıp onun savunmasını almak ve yazısına koymak zorundadır.

Kişinin savunmasını almadan onun hakkında bir yargıya varmamak hukukta ne kadar temel ise, gazetecilikte de bu kural o kadar temeldir. Yani, bir kişinin savunmasını almadan onu asmak ne kadar hukukun ırzına geçmek ise, bir kişi hakkındaki suçlamaları, doğru olup olmadığını kontrol etmeden yazıp yayınlamak, o kadar gazetecilik ahlâkının ırzına geçmektir.

Emin Çölaşan ile Fatih Altaylı' nın Avrupa Birliği Büyükelçisi Karen Fogg'un e-mail'lerine dayanarak bana yönelttikleri itham ve aşağılama, işte böyle bir ırza geçmedir.

Her ikisi de (özellikle 30 yıldır tanıdığım ve nasıl bir insan olduğumu bilmesi gereken Çölaşan) telefon edip "senin hakkında böyle diyorlar, ne diyeceksin bakalım?" diyebilirlerdi.

Ama demediler.

Bunların yaptığı "gazeteciliğe" baktığınızda -eğer buna gazetecilik demek mümkün ise- demelerini beklemek de abesti zaten.

O zaman kendi kendime cevabımı vereyim: Fogg ile ilişkimde yasal ve ahlâki açıdan aykırı hiçbir şey olmadı. "İki beleş dış gezi daveti, bir akşam Kör Agop Meyhanesi'nde bedava kafa çekmek uğruna," ülkeyi satmadım. Fogg ile "gizli" kodlu yazışma yapmadım. Bana "gizli" belge yollamadı sadece yolladığı belgeleri -bunlar daha sonra web sitelerinde yayınlandı- kendisinden aldığımı gizli tutmamı istedi. Yabancı bir ülke adına lobicilik de yapmadım.

Eğer ellerinde aksini kanıtlayacak kanıt varsa, yakında bunları mahkemeye sunma şansları olacak.

EN ÇOK OKUNANLAR