10 Şubat 2002 Pazar

Bir çınar budadım

Kuzguncuk'ta, Fethi Paşa Korusu'nda, büyük bir çınarın karşısında oturuyorum. Elimdeki hayali bir motorlu testere ile çınarı buduyorum. Buraya yürüyüşe geldim. Bir ara dinlenmek için yere ilişince tesadüfen tam çınarın karşısına oturduğumu farkettim.

Önce yerden bir metre kadar yüksekte, yumruk şeklinde bir çıkıntıyı kesiyorum. Kesiğin temiz olması lazım. Ayrıca -bu çok önemli- kesik yüzeyinin gökyüzüne değil yere bakması lazım. Aksi takdirde yağan yağmur ve kar kesilen yerin (buna yara da diyebiliriz)f üzerine yağa yağa orasını delik haline getirir.

Delik gittikçe büyür ve sonuçta, eğer dikkatli iseniz, bugünlerde İstanbul'un birçok yerinde (örneğin Dolmabahçe Beşiktaş arasındaki caddenin kaldırımlarında) gördüğünüz ağaç manzaraları ile karşılaşırsınız: Çamurlu bezle sarılı çınarlar. Bezlerin altında küçük birer sandal büyüklüğünde kovuklar var. Bahçıvanlar onların içerisini samanlı çamur ile doldurduktan sonra bezle sardılar. Bu, kovuğun büyümesini yavaşlatacak ve ağacın ömrünü uzatacak.

Eğer çınarlar zamanında doğru dürüst budanmış olsalardı, böyle gövdelerinin yarısını kemirmiş kovukları olmayacaktı.

Yere en yakın çıkıntıyı hayalimdeki testere ile keserken ağacın kokusu geliyor burnuma. Her ağaçta iki tür madde var. Bunlardan biri ağacın metabolizması; yani emdiği sudaki maddeleri, güneş ışığıyla besine dönüştürüp hazmetmesine yarıyor. Bir de ağacın neden biriktirdiği, hâlâ kesin olarak bilinmeyen başka maddeler var. İşte bu ikisinin kokusudur burnuma gelen, ağacı hayalimde budarken.

Kestiğim yere hayali bir avuç dayıyorum. Islak ve yumuşak. Cebimden hayali budama bıçağımı çıkarıp kesiğinfkenarlarını düzeltiyorum ki, iyileşmesi kolay olsun. Çünkü ağaç hemen kendini tedaviye başlayacak. İnsan vücudu nasıl yarayı hemen kapatmaya girişirse, ağaç da aynı şeyi yapar. Budama bıçağımla yaptıklarım yarasının kapanmasını kolaylaştıracak.

Daha sonra ağacın gövdesinde büyük dallar arasından fışkıran küçük dalları buduyorum ki ağaç rahat güneşlenebilsin. Aksi takdirde dala boğulacak. Altta kalan dallar kuruyacak.

Ağacın üzerindeyim artık.

Birkaç yerde eskiden kötü budanmış dallar var. Dalları gövde ile birleştiği yerden keseceklerine gövdenin 30-40 santim ilerisinden kesmişler. Bunlar da çürümüş.

Çürük gövdeye işlemiş. Onları da gövdeye yakın bir yerden kesiyorum. Daha yukarılarda kuru, büyük bir dal var. Onu da kesiyorum. Onun da çürüğü ağacın içine yürümüş.

Bütün bunları yaptıktan sonra ağaçtan aşağıya iniyorum ve testereyi yanıma uzatıp ağaca bakıyorum. Hem ben rahatladım, hem de o. Ben rahatladım çünkü yanlış olan doğru, sağlıksız olan sağlıklı, çirkin olan güzel oldu. Ağaç bana "sağol ahbap, eline sağlık, şimdi çok daha iyiyim," demedi ama kendini daha iyi hissettiğini biliyorum.

Ağaçlar, hayvanlar, balıklar, kuşlar, bütün canlı yaratıklar, nefes alıp veren her şey aynı yıldız tozlarından meydana geldi. Değişik gibi görünüyorlar ve aralarında genetik duvarlar var ama hepsinin içinden tespihin içinden geçen ip gibi, aynı şey geçiyor. Çimenlere uzanıp gökyüzüne baktığımızda nasıl içimizde birşeyler kıpırdanıyorsa, belki çimenlerin de bizleri üzerinde hissetmekten dolayı içlerinde bir şeyler kıpırdanıyordur.

Kalkıp arabaya doğru yürüyorum. Ağaç, onu zamanından önce öldürecek kötü budanmışlığı ile arkamda kalıyor. İstanbul'un caddelerinde, parklarında ve korularında böyle çok ağaç var. Kötü budanmış. Hastalıklı. Kırık. Büyümesi mümkün olmayan yerlere dikilmiş.

Bu şehri 1453'ten beri idare ediyorlar ama hâlâ ağaçlarına bakmayı öğrenememişler. Belki her yıl İstanbul'un fethini kutlamak için harcadıkları paraları bahçıvan yetiştirmek için kullanmak akıllarına gelir bir gün.

8 Şubat 2002 Cuma

Bir utanç Himalaya'sı

Bir ülkedeki yargı sisteminin ne kadar etkin olduğunu anlamak için bakmamız gereken şeylerden biri, mahkumiyet oranlarıdır.

Devlet kaç kişi hakkında dava açtı? Hakkında dava açılanlardan kaçı mahkum oldu? İdeal koşullar altında, açılan bütün davaların mahkumiyet ile sonuçlanması gerekir. Mahkumiyet ile sonuçlanmamış her kamu davası adalet sisteminin hanesine yazılacak olumsuz bir puandır. Çünkü sistem boşuna meşgul edilmekte, insanlar boşuna mahkemelerde sürünmektedirler. Adil devlet vatandaşlarını gereksiz yere mahkemelerde süründürmeyen devlettir. Bu ölçümle, Türk devleti adil bir devlet değildir. Çünkü Türkiye'de hakkında kamu davası açılan kişilerin büyük bir çoğunluğu defalarca hakim karşısında çıktıktan sonra beraat ediyor.

Türk Ceza Kanunu'nun ünlü 159'uncu maddesi bunun tipik bir örneğidir.

Adalet Bakanlığı'nın istatistiklerine göre 1994 ile 2000f yılları arasında mahkemeler, 159. madde kapsamında, devlete hakaretten açılan davaların 2519'unu sonuçlandırdı. Bunlardan sadece 798'inde mahkumiyet kararı verdi.

Bunun anlamı şudur: Devletin, sonuçlanan davalardan yaklaşık yüzde 70'ini açabilmesi için 159'uncu maddeyi ihlal gerekçesine dayandırılacak geçerli bir nedeni yoktu. Devletin hakaret olarak algıladığı şeyler gerçekte hakaret değildi. Suçsuz, yargılanmaması gereken insanlar, adalet sistemi etkin olmadığı için, veya güçlü insanların emri ile, mahkemelerde süründü. Adalet mekanizması bu konuda vaktinin, enerjisinin, bütçesininfyüzde 70'ini boşuna harcadı.f

Ceza mahkumiyetten ibaret değildir. Sadece mahkum olanlar (ve yakınları) azap çekmez. Polis tarafından sorgulamak, savcının önüne çıkmak, mahkemede sanık sandalyesinde oturmak,f hakkında gazetelerde yazı çıkması da bir ceza ve azaptır.

Bu nedenle, 159'uncu maddeden sadece mahkum olan 798 kişi değil mahkum olmayan 1721 kişi de bir anlamda ceza çekti. Bu, masum insanların yasal yollardan devlet tarafından ezilmesi olarak da tarif edilebilir.

Ceza Kanunu'nun 159'uncu maddesinin öngördüğü ceza, önceki gün Meclis'te yapılan bir değişiklikle azaltıldı. Ama bu madde ve anlattığım şekli ile uygulanması, Türkiye'nin bağrından bir utanç Himalayası olarak yükselmeye devam ediyor.

Türkiye'de devlet güçlü, onu meydana getiren insanlar güçsüzdür. Türkler'in devletin organlarının hakaretlerinden korunmaya olan ihtiyacı, devlet için öngörülebilecek olanından daha büyüktür.

Hakaret bir suçtur. Bunun için kanunda madde vardır. Devlet kendine yönelik hakaretleri bu maddeye müracaat ederek cezalandırma yoluna gidebilir. Özel maddeye gerek yoktur.

Devlet neden özel bir himayeye ihtiyaç duyuyor vatandaşlarına karşı?

1994'ten bu yana 798 kişi devlete hakaretten mahkum oldu. Devleti, kurulduğu 1923 yılından beri soyan devlet memurlarından ve politikacılardan kaçı hakkında rüşvet ve yolsuzluk davası açıldı? Kaçı mahkum oldu?

5 Şubat 2002 Salı

Kaplan dişli kaplumbağa

Kendim ağır ceza mahkemesinin önünde sıra beklerken anladım en sonunda şu gerçeği: Eğer hapiste değil de dışarıda iseniz, sadece sizi içeri atmak istemediklerindendir. Eğer sizi hapse atmak isterlerse, veya istediklerinde, atabilirler veya atacaklardır. Çünkü istediklerini, istedikleri zaman ve istedikleri kadar hapse atmak için kendi kendilerini yetki ile donattılar.

Bu yetki Türk Ceza Kanunu'nun içinde yazılıdır: Madde 159 ve 312. Bunlar yöneticilerin sevmedikleri, onaylamadıkları, intikam almak, çanına ot tıkamak istedikleri kişileri hapse atmalarını sağlamak amacıyla yazdıkları maddelerdir.

Bu maddelerin yeniden yazılıp demokratik ülkelerde kullanılan kalıplara uydurulması, Avrupa Birliği'ne girmek için Türkiye'nin yapması gereken önemli işler arasındadır. Ama yapamıyorlar. Bir sürü laf ediyorlar ama gerçek şu: Sizi istedikleri zaman hapse atma imtiyazını ellerinden bırakmak istemiyorlar.

Bir yazı yazarsınız. Bir bakanlık koridorunun ucundaki bir odanın içinde oturan bir memur, bir bakan veya bir müsteşar veya bir politikacı veya bir vali, veya devletin bir başka mensubu o yazınızdan hazzetmez. Adalet Bakanlığı'na mektup yazarlar. Adalet Bakanlığı, bir savcıya bir mektup yazar.

Aylar geçer. Devletin dişleri kaplan kadar keskindir amafadımları kaplumbağa kadar yavaştır. Bir gün sivil giyinmiş bir polis memuru evinize ucuz bir zarfın içerisinde saman kağıdına yazılı bir mektup bırakır. Sizin için uzun bir yolculuk başlamıştır. İfade vermek için savcıya. Yargılanmak için mahkemeye. Ve yatmak için hapishaneye, şanssızsanız...

Birileri yazınızda devletin şu veya bu organına hakaret ettiğiniz kanaatine varmıştır. Veya o yazınızı kullanarak sizi susturmak veya cezalandırmak ister. Ya da halkı kin ve nefrete veya başka türlü bir tatsızlığa tahrik ettiğiniz düşünülmüştür. Böyle bir şey aklınızın kenarından geçmemiş olmasına rağmen.

Ama neyin eleştiri, neyin hakaret veya sizi hapse atmak için mazeret olduğunu tayin etmek kolay değildir, demokrasiyi genetik bagajının bir parçası yapamamış ülkelerde.

Diyeceksiniz ki; Türk mahkemeleri bağımsız, yargıçları adildir.

Hem haklısınız, hem haksızsınız.

İstatistikler Türkiye'de mahkeme kararlarının standart olmadığını gösteriyor. Yani tıpatıp aynı suça bir mahkeme beraat verirken diğeri hapis cezası verebiliyor. Adalet Bakanlığı'nın istatistiklerinde bunu açıklıkla görebilirsiniz.

Tabii,fgerçek hakaret ve tahrik de vardır. Gerçek yargıç da gerçek adalet de. Ama bütün bunların varlığı yukarıda bahsettiğim maddelerin birer özgürlük ve yazar giyotini işlevi gördüğü gerçeğini ortadan kaldırmaz.

Ben kendim, Necmettin Erbakan'ın aleyhime açtığı aynı davadan hem mahkum oldum, hem beraat ettim. Erbakan bir yazımdan dolayı beni mahkemeye verdi. Tazminata mahkum oldum. Erbakan bu defa aynı suçtan dolayı hapsedilmem için hakkımda dava açtı. Beraat ettim.

İşlenmiş bir suçu eleştirdim. Suçu işleyen kişiyi serbest bıraktılar. Beni ağır cezaya verdiler. Hakaret suçundan.

Rejimin şakşakçısı olmayan bir Türk yazarı iseniz, sinsi bir suikastçının nefesi gibi, kaplan dişli kaplumbağanın nefesi ensenizden eksik olmaz

3 Şubat 2002 Pazar

Yağmuralan

Bir zamanlar Türkçeden daha iyi Rumca konuşurdum.
Hayatımın ilk dört yılını Kıbrıs’ın batısında, Yağmuralan adlı bir köyde geçirdim. Trodos dağının dik yamaçlarının birinde, çam ormanları arasında saklı, ortasından dere akan, 20-25 hanelik bir köydü.

Yağmuralan’ın çam ağaçlarının iğnelerinden meydana gelen halının altında yetişen bakır renkli mantarları ile ünlü olduğunu çok sonra öğrendim.

Köyün ahalisi Türktü. Ama, tek dershaneli ilk okuldaki Türk bir öğretmenin okuttuğu çocuklar dışında herkes Rumca konuşurdu. Annemden ilk tokadımı bir gün eve gelip ona Rumca konuşunca yediğimi hatırlıyorum.

O zamanlar Türk Rum karışık yaşıyorduk adada ve nerdeyse bütün Türkler az-çok Rumca konuşurdu. Babam gibi Rumlardan daha iyi Rumca bilen bir çok Türk vardı. Annem ender istisnalardan biri idi. Ne köyden hazzediyordu, ne Rumlardan, ne de Rumcadan. Ormancı olan babamın peşinde birçok köy dolaşmasına rağmen - çoğunda Rumlar çoğunlukta idi - ısrarla Rumca öğrenmedi. Bunu Rumları sevmediği için mi yapıtı, yoksa babama inat olsun diye mi hiç bir zaman öğrenemedim.

Neden köyün Müslüman Türkleri Türkçe bilmiyordu? Osmanlılar 1571 de adayı aldıktan sonra din değiştiren Rumların soyundan mı geliyorlardı? Kim bilir. Güçlü orduların istila yolu üzerinde olan, tarih boyunca kendi halkının egemenliği altında hiç yaşamamış küçük bir adadaki yitik bilgilerden biri.

Liseyi Türklerle Rumların karışık okuduğu tek okulda bitirdim. Çatışmalar aşağı yukarı benim o liseye girdiğim yıl başladı ve bitirdiğim yıl bitti. Bundan dolayı hiç Rum arkadaşım olmadı. Altı yıl boyunca ne ben bir Rumun evine gittim, ne de bir Rum benim evime geldi. Ayni sıralarda yan yana yıllarca oturduk ama aramızda dökülen kanlardan, mezar taşsız kayıplardan kayıplardan, terkedilen köylerden, zehirli siyasetçi nutuklarından bir barikat vardı.

İçlerinde melunca ve gaddara milliyetçi olanlar vardı Rum öğrencilerin. Ama çoğu, işte, bizim gibi çocuktu. Eğer durum değişik olsaydı her şey değişik olabilirdi. Öyle sanıyorum ki hiç konuşulmamasına rağmen hepimiz bunun farkındaydık. Ama hem onlar hem biz dışlayıcı ve miyop bir milliyetçiliğin esiri idik.

Rumcamı öğrencilerin yüzde yetmişinin Rum olduğu o okulda unutmağa başladım.

Yağmuralan (orjinal adı Vroisha’dır; daha sonra bütün Türk köylerine Türkçe isim verdik; hiçbiri, ama, Yağmuralan kadar güzel değildi) Yağmuralan Türklerin can korkusuyla terkettikleri ilk köylerden biri oldu. Şimdi, gitseniz oralarda evlerin temellerinden ve yabanileşmiş birkaç gül, asma ve meyva ağacından başka bir şey bulamazsınız. Çam ağaçları köyü ormana geri verdi.

İkinci dalga çarpışmaların başladığı 1963 yılından bu yana 40 yıla yakın bir zaman geçti.

Nerdeyse bütün hayatı çatışma ve ayrılık içinde geçen bizim nesil ellilerinde.

Şimdi tekrar iki toplumun bir arada veya yanyana yaşaması için görüşmeler yapılıyor.

Türk ile Rum. Müslüman ile Hristiyan. Zengin ile yoksul. İleri ile geri. Ve farklı yaşam felsefesi, iş ahlakı, yönetim biçimi, demokrasi ve özgürlük anlayışı, kültür, kadın-erkek ilişkisi, gelenek ve görenek. Ve terkedilmiş köyler, bir daha bulunmamak üzere korkunç bir biçimde kaybolan insanlar, ölüler, ırzına geçilenler, tahrip edilen cami ve kiliseler, ağıl yapılan mezarlıklar, şehitler abideleri. Bosna, Arnavutluk, Filistin, Dağlık Karabağ.

Eğer barışın imkansız olduğuna inanmak istiyorsanız inanmak için her şey var.

Ben, ama, inanmak istemiyorum.

EN ÇOK OKUNANLAR