31 Mart 2002 Pazar

Çocukları dinlemek

Eşim Almanya'da bir müzik seminerine gidince çocukların anneliği de bir haftalığına bana geçti. 
 
Sabahleyin saat 06.00'da kalkıp kahvaltılarını hazırladıktan sonra 06.20'de onları uyandırıyorum. Mayıs ayında dokuz yaşına basacak olan Selim erken uyandırılmaktan nefret ediyor. Gece zor uyuyor, sabah zor kalkıyor. 
 
Ondan iki yaş küçük olan Sara tam tersi. Başını yastığa koyar koymaz uyuyor. Sabahleyin dokunur dokunmaz kalkıyor ve bıcır bıcır konuşmağa başlıyor... Bir kat aşağıdaki banyoya iniyoruz. Giyecekleri elbiseleri geceden hazırlayıp halının üzerine serdim, iki küçük küme halinde. Yüzlerini yıkayıp giyiniyorlar: Bir kat daha aşağı inip mutfaktaki kahvaltı masasına oturuyoruz. Onlar yemeklerini yerken ben de çayımı içiyorum. Sonra bir kat daha aşağıya inip minibüslerinin gelmesini bekliyoruz.

19 Mart 2002 Salı

Süleyman ama Kanuni değil

Bazen merak ediyorum, acaba Süleyman Demirel hapiste çürüyen yeğenini düşünüp, keşke iktidarda olduğum yıllarda barajlar kuracağıma sağlam bir adalet sistemi kursaydım diye düşünüyor mu?

Bir "Kanuni" Süleyman da ben olsaydım.

Ne barajlar krallığı, ne babalık, ne yedi defa başbakanlığa gelip gitme işe yaradı. Dolaş bir memleketin mahkemelerini; duvarlarda asılı dava listelerine, koridorları dolduran kirli kalabalıklara bak, ay sonunu getirmekten aciz savcı ve yargıçlarla konuş,fbirbirini tutmayan yargı kararlarını oku, yönetimini mapusların gardiyanlardan devraldığı hapishaneleri gez.

Bütçeleri hatırla. Neden eğitim ve adalete bu kadar az para ayrılıyordu da, örneğin, savunmaya kamyonla gidiyordu paralar?

Barajlar yapılmasaydı karanlıkta kalacaktık. Ama adaletsizliğin karanlığından daha koyu bir karanlık var mı?

Siz hiç mahkeme kapısında beklediniz mi?

Hücrede yattınız mı?

Hudutlar güçlü, asayiş "berkemal" ama hayat kalitesi düşük. Avrupa'nın en cılız adalet sistemine sahibiz. Türkiye, sadece politikacıların söylevlerinde bir hukuk devletidir. Yargı sadece retorikte bağımsızdır.

İşte lazım oldu.

Adamcağız zindana düşeli bir yılı geçti. Belki çaldı, belki çalmadı mudilerin paralarını. Çivi çiviyi söker ama adaletsizlik adaletsizliği sökmez.

Gözaltı ceza değildir. Bizde oldu. Yedi defa başbakan, bir defa cumhurbaşkanı oldunuz -onu unutuyordum az daha çünkü hatırlanacak bir şey yapmamıştınız- ama Türkiye'de hâlâ gözaltı ile hapis cezasını karıştırıyorlar. Avrupa'da hiçbir yerde bu kadar uzun gözaltı yok, Sırbistan'ı saymazsanız, ki ondan bile emin değilim.

Cumhurbaşkanı, başbakan olsaydınız bunlar olmazdı tabii. Kim cesaret edecekti başbakanın, cumhurbaşkanının yeğenini kelepçeye vurup teşhir etmeye ve bitmez bir gözaltında çürütmeye? Belki sandınız ki bu saltanat hiç sona ermeyecek. İpleri hep elinizde tutacaksınız.

Saltanatı mutlak ve sona ermeyen adalet getirseydiniz memlekete, böyle olmayacaktı.

Siz çok uzun zaman iktidarda kaldınız ama başarınız kısa oldu.

Yeğeninizin hapiste olması, o uzun yıllara dair ilginç şeyler anlatabilir kulak verenlere.

17 Mart 2002 Pazar

Akıl oyunları

Öğleden sonra yazı yazmaktan ve evde oturmaktan iyice sıkılınca sinemaya gitmeye karar verdim.

Capitol sinemalarına telefon edip Russell Crowe'un oynadığı A Beautiful Mind veya Akıl Oyunları (Niye "Güzel Bir Akıl" değil, İngilizcesi'nde olduğu gibi, Allah bilir) adlı filmini 15.50 de görebileceğimi öğrendim.

Saat üçü on geçiyordu. Arabaya atlayıp Capitol'e gittim. Sıra başı bir bilet aldım. Kitapçıda biraz dolandım. Biletimi kestirip salona girdim.

Biletimde 13/1 yazıyordu. Orada bir adam oturuyordu.

"Yerimde oturuyorsunuz" dedim.

"Biri de benim yerime oturdu."

Adamı şiddet veya diplomasi kullanıp yerine gitmeye ikna etme havasında değildim. "Ben de başkasının yerine oturayım o zaman" dedim. Arkasınaki boş koltuğa oturdum.

On saniye sonra ışıklar söndü. Yirmi saniye sonra iki bayan, gözleri karanlığa alışamamış insanların tedirgin yürüyüşüylef merdivenleri yavaş yavaş çıkıp yanıbaşıma park etti.

"Numaralar da görünmüyor" dedi biri. Diğeri "dur bir saniye" dedi. İçinde bir şeyler aranan bir kadın çantasının çıkardığı sesler duyuldu. Birazdan küçük bir el fenerinin küçük ışığı kotuğuma vurdu. "Yerimizde biri oturuyor" dedi el fenerli ses. "Boşver. Biz de arkasına oturalım öyleyse."

Anlaşılan onlar da benim gibi, dış politikalarını hır çıkarmak yerine araziye uyup karakolluk olmadan filmi seyretmek üzerine bina etmişlerdi.

Kadınlar arkamdaki koltuklara otururken onların da arkasından başka bir bayanın sesi geldi. "Benim de yerime oturdular."

İlginç.

Acaba sinemada herkes başkasının yerinde mi oturuyordu?Bu, dünyadaki herkesin bir başkasının yerinde oturduğu tek sinema olabilir miydi? Belki de sinema tarihindeki herkesin bir başkasının yerinde oturduğu tek sinemada bulunuyorduk. Ve farkında olmadan sinema tarihine yeni bir "ilk" ilave ediyorduk.

Salona ilk giren kendi koltuğu yerine bir başkasının koltuğuna oturdu ise.

Bu yer, ikinci gelen kişinin yeri idi ise. İkinci kişi üçüncünün yerine oturmak zorunda kaldı ise. Ve bu, tesadüfen, zincirleme herkesin bir başkasının yerine veya kendi biletindeki yerden başka bir yere oturmasına neden olmuş oldu ise. Olabilirdi.

Böyle bir şeyin olmuş olmasının matematiksel olasılığı ne idi?

Bunu benim bulmam olanaksız. Bunu ancak birkaç saniye sonra başlayacak filmin konusu olan Amerikalı matematik dehası John Nash çözebilir, bu kadar salak bir problemi kafa yormaya değer bulursa tabii.

Nash, Princeton Üniversitesi'ndef21 yaşında bir öğrenci iken rasyonel insan davranışını açıklayan önemli bir teori geliştirdi. Nash Dengesi olarak bilinen bu teori daha sonra ekonomide birçok olay ve davranışı açıklamak için kullanıldı.

Film matematik ve şizofreniyi anlatıyormuş gibi görünüyordu ama esas konusu sevgi ve saygı idi. Hayat matematik ve fizik ile değil, sevgi ve saygı ile yürüyordu:f Eşe, işe, arkadaşlara, çevreye duyulan sevgi ve saygı. Nash'in bu nefis filmde anlatılan hayatı bunun bir kanıtı idi.

Ve bu hayat, sinemada başkasının yerine oturan adamın saygısızlığını gerçek perspektifine oturtuyordu.

Yargı sistemine saygısı olmayan emekli generaller, Çetin Altan'ın ustalığına saygı duymayan hödükler, oyu ile iktidara geldikleri halkın parasını çalan politikacılar, "en büyük asker bizim asker" naraları ile sessizliği kirletenler, pencereyi açıp gol kurşunu sıkanlar.

Sinemada başkasının yerine oturan adam, bu ve bunlar gibi sayısız saygısızılık ırgatlarından sadece biri idi. Olması gereken yerde olmayan insanlardan müteşekkil bir toplum olduğumuzu sembolize ediyordu.

12 Mart 2002 Salı

Kağıttan kayıklar

Emin Çölaşan'ın, Metin Münir'in Karen Fogg'a yolladığını iddia ettiği e-mail:
"İşte Merkez Bankası'ndan, son politikaları-veya politikaları olmaması- konusunda iki rapor. Lütfen önce ikinciyi oku. Haftaya Ankara'da görüşürüz."

* Emin Çölaşan'ın değerlendirmesi:
"Bu nasıl 'gazeteci' ve 'gazeteciliktir' ki, elde ettiği Merkez Bankası raporlarını bile Fogg'a gönderiyor, resmen 'haber kaynaklığı' yapıyor!

* Gerçek:
Fogg'a yolladığım iki "rapor" Merkez Bankası'ndan veya "Merkez Bankası raporu" değildi. Merkez Bankası'nın politikalarına dair iki rapordu.

"Merkez Bankası'ndan," veya "Merkez Bankası raporu," derseniz bu, İstiklâl Caddesi 10, Ulus, 06100 Ankara, Türkiye adresinde faaliyet gösteren T.C. Merkez Bankası'ndan temin edilmiş veya orada hazırlanmış bir raporu kastetmiş olursunuz.

"Merkez Bankası'nın politikalarına dair rapor" hazırlayan ise düzinelerce yer vardır. Türkiye'de ve dünyanın birçok başka ülkesinde banka ve broker'lık şirketlerinde her yıl T.C. Merkez Bankası'nın politikalarına dair yüzlerce rapor hazırlanır.

Aradaki fark şudur: Merkez Bankası'nın hazırladığı veya Merkez Bankası'ndan çıkan bir rapor, devletin politikalarını içeren, resmi ve muhtemelen gizli bir belgedir.

Diğeri, ne resmidir ne de gizli.

Benim Fogg'a yolladığım raporlar, bu raporlardandı. Bu raporlara sahip olmak, onları bir başkasına yollamak, onlarla kağıttan kayık yapmak v.s. her şey serbesttir.

Ama Çölaşan "haber iyi ise, doğru olup olmaması önemli değildir" prensibine göre gazetecilik yapan bir dostumuz olduğu için, bu gerçeği bilerek ve isteyerek sakladı. Çünkü amacı, okuyucularına beni Merkez Bankası'nın raporlarını yabancı bir büyükelçiye veren bir gazeteci olarak göstermekti.

* "Hey bir dakika, neden Çölaşana'a değil de sana inanalım?" diyebilirsiniz. "Kendini savunmak için yalan söylemediğin nereden belli?"

Güzel bir soru.

* Cevap:
Raporlar Fogg'a yolladığım e-mail'e eklenmişti. Bu ekler tıklansa; Bear, Stearns & Co. Inc adlı Amerikan yatırım bankasının analistlerinden Tim Ash tarafından hazırlanıp ben dahil birçok kişiye gönderildiği görülecekti.

Çölaşan ve ona Fogg'un çalınmış mail'lerini tedarik eden firmanın bunu görmemiş olması mümkün değil. Çünkü e-mail ellerinde olduğuna göre ekleri de ellerindedir. Ekleri ellerinde olmasaydı e-mail de ellerinde olmayacaktı. Çünkü ekler e-mail'in içinde.

* Özet:
Fogg'a İngilizce yazdığım e-mail, kasıtlı olarak; -beni Merkez Bankası'nın raporlarını yabancı bir büyükelçiye veren bir gazeteci olarak göstermek için- Türkçeye yanlış çevrildi. Çölaşan da raporların herkesin elinde olabilecek bir analist raporu olduğunu isteyerek gizledi.
Bunun bir adı var ama, gazetecilik değil.

Kabahat Çölaşan'da değildir. Kabahat, Çölaşan'ın çalınmış ve basımı Türk mahkemelerince yasaklanmış özel e-mail'leri yaymak için Hürriyet gazetesini kullanmasına izin verenlerdedir.

Bunları uzun uzun kendimi savunmak için yazmadım. Çölaşan gibi gazeteciler karşısında herkes savunmasızdır. Merkez Bankası'ndan beni arayıp bu işle kendilerinin bir ilgisi olmadığını açıklamamı istediler. Bunun için yazdım.

10 Mart 2002 Pazar

Çay ve karga

Dudağımda ıslık, yüzümde tebessüm, Londra Picadilly'deki Fortnum&Mason mağazasının cam kapısından içeri giriyorum ve sola kırarak çay reyonunun önüne dikiliyorum.

"Anhui Black Mudan çayı," diyorum. "İki yüzer gramlık iki torba, lütfen."

Kapısında, Kraliçe'nin ara sıra buradan alışveriş yaptığını gösteren bir arma taşıyan dükkânın çay departmanı şefi yanıma yaklaşıyor.

"Size, maalesef, yardımcı olamayacağım, efendim," diyor, redingotunun iki yakasınını tutarak, hastasının öldüğünü yakınına açıklayan doktor tavrıyla.

"Artık Anhui Black Mudan'ı stokumuzda bulunduramıyoruz."

Yüzümdeki tebessüm bir sonbahar yaprağı gibi düşüveriyor.

"Neden?"

"Avrupa Birliği normlarına uymadığı için ithalatını durdurmak zorunda kaldık."

"Avrupa Birliği normlarınının nesine uymuyormuş?"

"Onu bilemiyeceğim, efendim. Brüksel'deki bürokratların karışmadığı şey yok. Yakında Anhui Black Mudan değil, viski bile içirmeyebilirler bize."

Brüksel'deki bürokratlara gelmeden önce Anhui Black Mudan üzerindeki esrar perdesini aralayayım. Anhui, Çin'in güney eyaletlerinden biridir. Orada, diğer şeyler yanında, çay yetişir. Bu çayların en yaygın olarak bilineni Keemun'dur. Black, yani siyah Mudan (bir de Red, yani kırmızısı vardır, ama şimdilik bunu unutalım) da bu eyaletin bir ürünüdür. Ama daha ender bulunur (rekoltesi yılda üç-dört kilo olan ve kilosu bir milyardan fazlaya satılan Çin çayları vardır,) daha pahalı ve lezizdir.

Black Mudan fermantasyondan geçmeden, yani yeşil olma durumundan siyah olma durumuna geçirilmeden (çünkü çay doğal halinde yeşil veya beyazdır, ama şimdilik bunu da unutalım) önce, kırılmadan ipliğe dizilir.

Satın aldığınızda Black Mudan, küçük bir deniz anacığı gibi değirmidir.

Çaydanlıkta demlenirken çaylar, saçını çözen bir kadın misali, "açılır" ve çaydanlığın dibini kaplayacak biçimde genişler. Tabii, çaydanlığa koyup demleyecek Anhui Black Mudan'ınız varsa. Ki benim artık yok. Brüksel'deki bürokratlar yüzünden.

Bize bir cennet gibi görünen Avrupa Birliği, birçok Avrupalı için ulusal özellikleri törpüleyen, farklılıkları standartlaştıran, orijinallikleri tekdüzeleştiren, yöreselliği yerle bir eden bir bürokratik heyuladır.

Brüksel, üye ülkelerin tamamında uygulanan kurallar üreten bir bürokratik makinedir. Anhui Black Mudan'ı Londra'da bulamıyorsanız, Berlin'de veya Stockholm'de de yoktur. "Eurokratların" yazdığı kurallar Avrupa'da yaşamın en ücra köşelerine kadar nüfuz eder. Uygulanmaları zorunludur.

Kısa bir süre sonra Euro (birkaçı hariç) bütün Avrupa ülkelerinde geçerli para birimi olmaya başlayınca, bu aynı olma süreci doruk noktasına yaklaşacak. Birçok Avrupalı Euro'dan korkuyor ve Eurokratlardan hoşlanmıyor. Ama Avrupalılar tarihlerinin en müreffeh ve asude yıllarını yaşadıklarının da farkında. Her şeyin bir bedeli varsa belki Avrupa Birlikli olmanın bedeli de süpermarket domatesi gibi olmaktır: kalın derili, kokusuz, tatsız, uzun ömürlü ve standart.

Bana göre değil. Ben Anhui Black Mudan içmek istiyorum.

***
Yukarıdaki yazım, "Kalkmışken Eurokratlara Bir 'Anhui Black Mudan' Koy!" başlığı altında, geçtiğimiz yılın martında Avrupa Birliği Türkiye Temsilciliği'nin web sitesinde yayınlandı. Karşılığında bana 200 Euro ödediler.

Büyükelçi Karen Fogg'un e-mail'leri çalınıp yayınlandıktan sonra, bu siteye yazı yazan gazeteciler, bazıları tarafından "ihanetle" suçlandı. (Yazıların tamamını şu adreste bulabilirsiniz:

http://www.deltur.cec.eu.int/ guncelavrupa.html)

Yukarıdaki yazıyı okuduktan sonra ya "vatana ihanet" tanımlamanızı çay konusunu içine alacak bir biçimde değiştireceksiniz.

Ya da atalarınızın çok önceden keşfettiği bir gerçeği (inşallah) anlayacaksınız: Kılavuzu karga olanın burnu .oktan kurtulmazmış.

1 Mart 2002 Cuma

Çirkefte ikinci buluşma

Patronlar Batı'dan Türkiye'ye en yeni matbaaları ve elektronik sistemleri ithal ettiler ama beraberinde batılı gazeteciliği getiremediler.

Batı gazeteciliği zamanın testinden geçmiş ahlâk kurallarına ve tekniklere dayanır. Bunlar ülkemizde yaygın olarak ne bilinmekte ne de uygulanmaktadır. İnsaflı olmak gerekirse, bunların birçoğunun batı ülkelerinde de uygulanmadıklarını söylemek lazım. Ama orada, birçok ülkede bu kuralları titizlikle uygulayan veya uygulamaya çalışan hiç olmazsa birkaç yayın organı bulabilirsiniz.

Bizdeki gibi insanlara hakaret etmek, çamur atmak, iftira etmek o kadar kolay ve ucuz değildir Batı'da. Daha doğrusu, ucuz olmadığı için kolay değildir. İngiltere'de veya ABD'de kişilere mahkemede kanıtlanamayacak ithamlarda bulunan gazeteciler, milyonlarca dolara varan tazminatlara çarptırılıyor. Hiç bir patron böyle bir gazeteciye maaş ödemeye devam etmez.

Bizde ise iftira ve yalanı bir ihtisas haline getirmiş gazeteciler ve köşe yazarları vardır. Bunlardan bazıları medyada en çok para kazanan bazı gazeteciler arasındadır. Kimbilir, belki böyle oldukları için çok para kazanıyorlar.

Bunlar mahkemelerde defalarca tazminata mahkum edilmiş olmalarına rağmen hiç birşey olammış gibi işlerine devam ederler. Savunma masrafları müesseseleri tarafından üstlenilir (Türkiye'nin en değerli ceza hukuku profesörleri, derin bir iğrenme duygusuyla bile olsa, bunları savunur), tazminat çeklerini patron imzalar.

Bu işte, batı gazeteciliği ile aramızdaki en temel farklardan birini meydana geirir: Bizde hakaret ve iftiranın finansmanını gazete patronları yapıyor.

Gene insaflı olmalı: Bu gazetecilerden bazılarını patronların, isteseler bile sokağa atmaya güçlerinin yetmediğini biliyoruz.

Gazeteciliğin en temel kurallarından biri, haberi, doğruluğundan emin olmadan yayınlamamaktır. İyi bir gazeteci (hatta iyi olmayanı bile) aleyhinde iddialar bulunan bir insanı arayıp onun savunmasını almak ve yazısına koymak zorundadır.

Kişinin savunmasını almadan onun hakkında bir yargıya varmamak hukukta ne kadar temel ise, gazetecilikte de bu kural o kadar temeldir. Yani, bir kişinin savunmasını almadan onu asmak ne kadar hukukun ırzına geçmek ise, bir kişi hakkındaki suçlamaları, doğru olup olmadığını kontrol etmeden yazıp yayınlamak, o kadar gazetecilik ahlâkının ırzına geçmektir.

Emin Çölaşan ile Fatih Altaylı' nın Avrupa Birliği Büyükelçisi Karen Fogg'un e-mail'lerine dayanarak bana yönelttikleri itham ve aşağılama, işte böyle bir ırza geçmedir.

Her ikisi de (özellikle 30 yıldır tanıdığım ve nasıl bir insan olduğumu bilmesi gereken Çölaşan) telefon edip "senin hakkında böyle diyorlar, ne diyeceksin bakalım?" diyebilirlerdi.

Ama demediler.

Bunların yaptığı "gazeteciliğe" baktığınızda -eğer buna gazetecilik demek mümkün ise- demelerini beklemek de abesti zaten.

O zaman kendi kendime cevabımı vereyim: Fogg ile ilişkimde yasal ve ahlâki açıdan aykırı hiçbir şey olmadı. "İki beleş dış gezi daveti, bir akşam Kör Agop Meyhanesi'nde bedava kafa çekmek uğruna," ülkeyi satmadım. Fogg ile "gizli" kodlu yazışma yapmadım. Bana "gizli" belge yollamadı sadece yolladığı belgeleri -bunlar daha sonra web sitelerinde yayınlandı- kendisinden aldığımı gizli tutmamı istedi. Yabancı bir ülke adına lobicilik de yapmadım.

Eğer ellerinde aksini kanıtlayacak kanıt varsa, yakında bunları mahkemeye sunma şansları olacak.

10 Şubat 2002 Pazar

Bir çınar budadım

Kuzguncuk'ta, Fethi Paşa Korusu'nda, büyük bir çınarın karşısında oturuyorum. Elimdeki hayali bir motorlu testere ile çınarı buduyorum. Buraya yürüyüşe geldim. Bir ara dinlenmek için yere ilişince tesadüfen tam çınarın karşısına oturduğumu farkettim.

Önce yerden bir metre kadar yüksekte, yumruk şeklinde bir çıkıntıyı kesiyorum. Kesiğin temiz olması lazım. Ayrıca -bu çok önemli- kesik yüzeyinin gökyüzüne değil yere bakması lazım. Aksi takdirde yağan yağmur ve kar kesilen yerin (buna yara da diyebiliriz)f üzerine yağa yağa orasını delik haline getirir.

Delik gittikçe büyür ve sonuçta, eğer dikkatli iseniz, bugünlerde İstanbul'un birçok yerinde (örneğin Dolmabahçe Beşiktaş arasındaki caddenin kaldırımlarında) gördüğünüz ağaç manzaraları ile karşılaşırsınız: Çamurlu bezle sarılı çınarlar. Bezlerin altında küçük birer sandal büyüklüğünde kovuklar var. Bahçıvanlar onların içerisini samanlı çamur ile doldurduktan sonra bezle sardılar. Bu, kovuğun büyümesini yavaşlatacak ve ağacın ömrünü uzatacak.

Eğer çınarlar zamanında doğru dürüst budanmış olsalardı, böyle gövdelerinin yarısını kemirmiş kovukları olmayacaktı.

Yere en yakın çıkıntıyı hayalimdeki testere ile keserken ağacın kokusu geliyor burnuma. Her ağaçta iki tür madde var. Bunlardan biri ağacın metabolizması; yani emdiği sudaki maddeleri, güneş ışığıyla besine dönüştürüp hazmetmesine yarıyor. Bir de ağacın neden biriktirdiği, hâlâ kesin olarak bilinmeyen başka maddeler var. İşte bu ikisinin kokusudur burnuma gelen, ağacı hayalimde budarken.

Kestiğim yere hayali bir avuç dayıyorum. Islak ve yumuşak. Cebimden hayali budama bıçağımı çıkarıp kesiğinfkenarlarını düzeltiyorum ki, iyileşmesi kolay olsun. Çünkü ağaç hemen kendini tedaviye başlayacak. İnsan vücudu nasıl yarayı hemen kapatmaya girişirse, ağaç da aynı şeyi yapar. Budama bıçağımla yaptıklarım yarasının kapanmasını kolaylaştıracak.

Daha sonra ağacın gövdesinde büyük dallar arasından fışkıran küçük dalları buduyorum ki ağaç rahat güneşlenebilsin. Aksi takdirde dala boğulacak. Altta kalan dallar kuruyacak.

Ağacın üzerindeyim artık.

Birkaç yerde eskiden kötü budanmış dallar var. Dalları gövde ile birleştiği yerden keseceklerine gövdenin 30-40 santim ilerisinden kesmişler. Bunlar da çürümüş.

Çürük gövdeye işlemiş. Onları da gövdeye yakın bir yerden kesiyorum. Daha yukarılarda kuru, büyük bir dal var. Onu da kesiyorum. Onun da çürüğü ağacın içine yürümüş.

Bütün bunları yaptıktan sonra ağaçtan aşağıya iniyorum ve testereyi yanıma uzatıp ağaca bakıyorum. Hem ben rahatladım, hem de o. Ben rahatladım çünkü yanlış olan doğru, sağlıksız olan sağlıklı, çirkin olan güzel oldu. Ağaç bana "sağol ahbap, eline sağlık, şimdi çok daha iyiyim," demedi ama kendini daha iyi hissettiğini biliyorum.

Ağaçlar, hayvanlar, balıklar, kuşlar, bütün canlı yaratıklar, nefes alıp veren her şey aynı yıldız tozlarından meydana geldi. Değişik gibi görünüyorlar ve aralarında genetik duvarlar var ama hepsinin içinden tespihin içinden geçen ip gibi, aynı şey geçiyor. Çimenlere uzanıp gökyüzüne baktığımızda nasıl içimizde birşeyler kıpırdanıyorsa, belki çimenlerin de bizleri üzerinde hissetmekten dolayı içlerinde bir şeyler kıpırdanıyordur.

Kalkıp arabaya doğru yürüyorum. Ağaç, onu zamanından önce öldürecek kötü budanmışlığı ile arkamda kalıyor. İstanbul'un caddelerinde, parklarında ve korularında böyle çok ağaç var. Kötü budanmış. Hastalıklı. Kırık. Büyümesi mümkün olmayan yerlere dikilmiş.

Bu şehri 1453'ten beri idare ediyorlar ama hâlâ ağaçlarına bakmayı öğrenememişler. Belki her yıl İstanbul'un fethini kutlamak için harcadıkları paraları bahçıvan yetiştirmek için kullanmak akıllarına gelir bir gün.

8 Şubat 2002 Cuma

Bir utanç Himalaya'sı

Bir ülkedeki yargı sisteminin ne kadar etkin olduğunu anlamak için bakmamız gereken şeylerden biri, mahkumiyet oranlarıdır.

Devlet kaç kişi hakkında dava açtı? Hakkında dava açılanlardan kaçı mahkum oldu? İdeal koşullar altında, açılan bütün davaların mahkumiyet ile sonuçlanması gerekir. Mahkumiyet ile sonuçlanmamış her kamu davası adalet sisteminin hanesine yazılacak olumsuz bir puandır. Çünkü sistem boşuna meşgul edilmekte, insanlar boşuna mahkemelerde sürünmektedirler. Adil devlet vatandaşlarını gereksiz yere mahkemelerde süründürmeyen devlettir. Bu ölçümle, Türk devleti adil bir devlet değildir. Çünkü Türkiye'de hakkında kamu davası açılan kişilerin büyük bir çoğunluğu defalarca hakim karşısında çıktıktan sonra beraat ediyor.

Türk Ceza Kanunu'nun ünlü 159'uncu maddesi bunun tipik bir örneğidir.

Adalet Bakanlığı'nın istatistiklerine göre 1994 ile 2000f yılları arasında mahkemeler, 159. madde kapsamında, devlete hakaretten açılan davaların 2519'unu sonuçlandırdı. Bunlardan sadece 798'inde mahkumiyet kararı verdi.

Bunun anlamı şudur: Devletin, sonuçlanan davalardan yaklaşık yüzde 70'ini açabilmesi için 159'uncu maddeyi ihlal gerekçesine dayandırılacak geçerli bir nedeni yoktu. Devletin hakaret olarak algıladığı şeyler gerçekte hakaret değildi. Suçsuz, yargılanmaması gereken insanlar, adalet sistemi etkin olmadığı için, veya güçlü insanların emri ile, mahkemelerde süründü. Adalet mekanizması bu konuda vaktinin, enerjisinin, bütçesininfyüzde 70'ini boşuna harcadı.f

Ceza mahkumiyetten ibaret değildir. Sadece mahkum olanlar (ve yakınları) azap çekmez. Polis tarafından sorgulamak, savcının önüne çıkmak, mahkemede sanık sandalyesinde oturmak,f hakkında gazetelerde yazı çıkması da bir ceza ve azaptır.

Bu nedenle, 159'uncu maddeden sadece mahkum olan 798 kişi değil mahkum olmayan 1721 kişi de bir anlamda ceza çekti. Bu, masum insanların yasal yollardan devlet tarafından ezilmesi olarak da tarif edilebilir.

Ceza Kanunu'nun 159'uncu maddesinin öngördüğü ceza, önceki gün Meclis'te yapılan bir değişiklikle azaltıldı. Ama bu madde ve anlattığım şekli ile uygulanması, Türkiye'nin bağrından bir utanç Himalayası olarak yükselmeye devam ediyor.

Türkiye'de devlet güçlü, onu meydana getiren insanlar güçsüzdür. Türkler'in devletin organlarının hakaretlerinden korunmaya olan ihtiyacı, devlet için öngörülebilecek olanından daha büyüktür.

Hakaret bir suçtur. Bunun için kanunda madde vardır. Devlet kendine yönelik hakaretleri bu maddeye müracaat ederek cezalandırma yoluna gidebilir. Özel maddeye gerek yoktur.

Devlet neden özel bir himayeye ihtiyaç duyuyor vatandaşlarına karşı?

1994'ten bu yana 798 kişi devlete hakaretten mahkum oldu. Devleti, kurulduğu 1923 yılından beri soyan devlet memurlarından ve politikacılardan kaçı hakkında rüşvet ve yolsuzluk davası açıldı? Kaçı mahkum oldu?

5 Şubat 2002 Salı

Kaplan dişli kaplumbağa

Kendim ağır ceza mahkemesinin önünde sıra beklerken anladım en sonunda şu gerçeği: Eğer hapiste değil de dışarıda iseniz, sadece sizi içeri atmak istemediklerindendir. Eğer sizi hapse atmak isterlerse, veya istediklerinde, atabilirler veya atacaklardır. Çünkü istediklerini, istedikleri zaman ve istedikleri kadar hapse atmak için kendi kendilerini yetki ile donattılar.

Bu yetki Türk Ceza Kanunu'nun içinde yazılıdır: Madde 159 ve 312. Bunlar yöneticilerin sevmedikleri, onaylamadıkları, intikam almak, çanına ot tıkamak istedikleri kişileri hapse atmalarını sağlamak amacıyla yazdıkları maddelerdir.

Bu maddelerin yeniden yazılıp demokratik ülkelerde kullanılan kalıplara uydurulması, Avrupa Birliği'ne girmek için Türkiye'nin yapması gereken önemli işler arasındadır. Ama yapamıyorlar. Bir sürü laf ediyorlar ama gerçek şu: Sizi istedikleri zaman hapse atma imtiyazını ellerinden bırakmak istemiyorlar.

Bir yazı yazarsınız. Bir bakanlık koridorunun ucundaki bir odanın içinde oturan bir memur, bir bakan veya bir müsteşar veya bir politikacı veya bir vali, veya devletin bir başka mensubu o yazınızdan hazzetmez. Adalet Bakanlığı'na mektup yazarlar. Adalet Bakanlığı, bir savcıya bir mektup yazar.

Aylar geçer. Devletin dişleri kaplan kadar keskindir amafadımları kaplumbağa kadar yavaştır. Bir gün sivil giyinmiş bir polis memuru evinize ucuz bir zarfın içerisinde saman kağıdına yazılı bir mektup bırakır. Sizin için uzun bir yolculuk başlamıştır. İfade vermek için savcıya. Yargılanmak için mahkemeye. Ve yatmak için hapishaneye, şanssızsanız...

Birileri yazınızda devletin şu veya bu organına hakaret ettiğiniz kanaatine varmıştır. Veya o yazınızı kullanarak sizi susturmak veya cezalandırmak ister. Ya da halkı kin ve nefrete veya başka türlü bir tatsızlığa tahrik ettiğiniz düşünülmüştür. Böyle bir şey aklınızın kenarından geçmemiş olmasına rağmen.

Ama neyin eleştiri, neyin hakaret veya sizi hapse atmak için mazeret olduğunu tayin etmek kolay değildir, demokrasiyi genetik bagajının bir parçası yapamamış ülkelerde.

Diyeceksiniz ki; Türk mahkemeleri bağımsız, yargıçları adildir.

Hem haklısınız, hem haksızsınız.

İstatistikler Türkiye'de mahkeme kararlarının standart olmadığını gösteriyor. Yani tıpatıp aynı suça bir mahkeme beraat verirken diğeri hapis cezası verebiliyor. Adalet Bakanlığı'nın istatistiklerinde bunu açıklıkla görebilirsiniz.

Tabii,fgerçek hakaret ve tahrik de vardır. Gerçek yargıç da gerçek adalet de. Ama bütün bunların varlığı yukarıda bahsettiğim maddelerin birer özgürlük ve yazar giyotini işlevi gördüğü gerçeğini ortadan kaldırmaz.

Ben kendim, Necmettin Erbakan'ın aleyhime açtığı aynı davadan hem mahkum oldum, hem beraat ettim. Erbakan bir yazımdan dolayı beni mahkemeye verdi. Tazminata mahkum oldum. Erbakan bu defa aynı suçtan dolayı hapsedilmem için hakkımda dava açtı. Beraat ettim.

İşlenmiş bir suçu eleştirdim. Suçu işleyen kişiyi serbest bıraktılar. Beni ağır cezaya verdiler. Hakaret suçundan.

Rejimin şakşakçısı olmayan bir Türk yazarı iseniz, sinsi bir suikastçının nefesi gibi, kaplan dişli kaplumbağanın nefesi ensenizden eksik olmaz

3 Şubat 2002 Pazar

Yağmuralan

Bir zamanlar Türkçeden daha iyi Rumca konuşurdum.
Hayatımın ilk dört yılını Kıbrıs’ın batısında, Yağmuralan adlı bir köyde geçirdim. Trodos dağının dik yamaçlarının birinde, çam ormanları arasında saklı, ortasından dere akan, 20-25 hanelik bir köydü.

Yağmuralan’ın çam ağaçlarının iğnelerinden meydana gelen halının altında yetişen bakır renkli mantarları ile ünlü olduğunu çok sonra öğrendim.

Köyün ahalisi Türktü. Ama, tek dershaneli ilk okuldaki Türk bir öğretmenin okuttuğu çocuklar dışında herkes Rumca konuşurdu. Annemden ilk tokadımı bir gün eve gelip ona Rumca konuşunca yediğimi hatırlıyorum.

O zamanlar Türk Rum karışık yaşıyorduk adada ve nerdeyse bütün Türkler az-çok Rumca konuşurdu. Babam gibi Rumlardan daha iyi Rumca bilen bir çok Türk vardı. Annem ender istisnalardan biri idi. Ne köyden hazzediyordu, ne Rumlardan, ne de Rumcadan. Ormancı olan babamın peşinde birçok köy dolaşmasına rağmen - çoğunda Rumlar çoğunlukta idi - ısrarla Rumca öğrenmedi. Bunu Rumları sevmediği için mi yapıtı, yoksa babama inat olsun diye mi hiç bir zaman öğrenemedim.

Neden köyün Müslüman Türkleri Türkçe bilmiyordu? Osmanlılar 1571 de adayı aldıktan sonra din değiştiren Rumların soyundan mı geliyorlardı? Kim bilir. Güçlü orduların istila yolu üzerinde olan, tarih boyunca kendi halkının egemenliği altında hiç yaşamamış küçük bir adadaki yitik bilgilerden biri.

Liseyi Türklerle Rumların karışık okuduğu tek okulda bitirdim. Çatışmalar aşağı yukarı benim o liseye girdiğim yıl başladı ve bitirdiğim yıl bitti. Bundan dolayı hiç Rum arkadaşım olmadı. Altı yıl boyunca ne ben bir Rumun evine gittim, ne de bir Rum benim evime geldi. Ayni sıralarda yan yana yıllarca oturduk ama aramızda dökülen kanlardan, mezar taşsız kayıplardan kayıplardan, terkedilen köylerden, zehirli siyasetçi nutuklarından bir barikat vardı.

İçlerinde melunca ve gaddara milliyetçi olanlar vardı Rum öğrencilerin. Ama çoğu, işte, bizim gibi çocuktu. Eğer durum değişik olsaydı her şey değişik olabilirdi. Öyle sanıyorum ki hiç konuşulmamasına rağmen hepimiz bunun farkındaydık. Ama hem onlar hem biz dışlayıcı ve miyop bir milliyetçiliğin esiri idik.

Rumcamı öğrencilerin yüzde yetmişinin Rum olduğu o okulda unutmağa başladım.

Yağmuralan (orjinal adı Vroisha’dır; daha sonra bütün Türk köylerine Türkçe isim verdik; hiçbiri, ama, Yağmuralan kadar güzel değildi) Yağmuralan Türklerin can korkusuyla terkettikleri ilk köylerden biri oldu. Şimdi, gitseniz oralarda evlerin temellerinden ve yabanileşmiş birkaç gül, asma ve meyva ağacından başka bir şey bulamazsınız. Çam ağaçları köyü ormana geri verdi.

İkinci dalga çarpışmaların başladığı 1963 yılından bu yana 40 yıla yakın bir zaman geçti.

Nerdeyse bütün hayatı çatışma ve ayrılık içinde geçen bizim nesil ellilerinde.

Şimdi tekrar iki toplumun bir arada veya yanyana yaşaması için görüşmeler yapılıyor.

Türk ile Rum. Müslüman ile Hristiyan. Zengin ile yoksul. İleri ile geri. Ve farklı yaşam felsefesi, iş ahlakı, yönetim biçimi, demokrasi ve özgürlük anlayışı, kültür, kadın-erkek ilişkisi, gelenek ve görenek. Ve terkedilmiş köyler, bir daha bulunmamak üzere korkunç bir biçimde kaybolan insanlar, ölüler, ırzına geçilenler, tahrip edilen cami ve kiliseler, ağıl yapılan mezarlıklar, şehitler abideleri. Bosna, Arnavutluk, Filistin, Dağlık Karabağ.

Eğer barışın imkansız olduğuna inanmak istiyorsanız inanmak için her şey var.

Ben, ama, inanmak istemiyorum.

29 Ocak 2002 Salı

Klasik bir filmin fragmanları

Klasik bir filimin fragmanlarını yeniden görmeye başladık.

Küçük gruplar şurada burada Kürtçe dilinde eğitim için nümayiş yapıyorlar. Gösterileri izinsiz olduğu için polis tarafından dağıtılıyor. Coplananlar. Saçlarından sürüklenen kadınlar. Çığlıklar. Süklüm püklüm genç insanların DGM tarafından tutuklanması.

Sonra malum insanların, malum argümanları, malum mekânlardan -otomatiğe bağlanmış bir radyo istasyonu gibi- yayınlanmaya başlıyor: "Bunlar adam olmayacak! Taktik değiştiriyorlar! Kürtçe eğitim ayrılık yolundaki ilk adım! PKK siyasileşiyor! Türkiye'yi içeriden ve dışarıdan bölmeye çalışanlar var!"

Filmin son bölümünde, her zaman olduğu gibi serteşme ve sessizlik olacak. Strateji Mori'nin yeni bir araştırması Türkiye'de yaşayanların yüzde 32,2'sinin Kürtçe konuştuğunu gösteriyor.

Ama Türkiye Kürtçe konusundaki politikalarını en ekstrem uçların davranışlarına göre şekillendirmeye devam ediyor.

Sokakta birkaç yüz kişi gösteri yapıyor. Onların davranışı "Türkiye'yi içeriden ve dışarıdan bölmeye çalışanlar var!" şeklinde değerlendiriliyor.

Politikalar sokağa dökülmeyenlerin sessizliğine göre değil, sokaktakilerin gürültüsüne göre tanzim ediliyor. Ama sokaktaki insanlar toplamın yüzde kaçıdır? Kaç kişi Kürtçeyi bölünmenin ilk adımı olarak görüyor? Ve PKK, istediği kadar uğraşsın, etkin bir siyasi güç haline gelebilir mi?

Eğer Kürt kökenli insanların tümü Abdullah Öcalan'n peşine düşmüş olsaydı Türkiye Somali'ye dönebilirdi.

Öcalan'ın başarılı olmamasının nedeni, ona karşı etkin bir savaş verilmiş olması kadar, Kürtler'in çok küçük bir bölümü tarafından desteklenmiş olmasıdır. Bunun bir anlamı, değeri ve sonucu olmalı.

Kürtler'in ezici bir çoğunluğu, mutluluk ve refahı Türkiye hudutları içinde kovalamak istiyor. O zaman Türkiye'nin politikalarını teröristlere ve nümayişçilere (nümayiş yapmanın nesi kötü, o başka mesele) göre değil bunlara göre formüle etmesi gerekmez mi? Çünkü aksi bir mantıksızlıktır.

Hiçbir şeyin değiştiremeyeceği bazı gerçekler var. Şiddet, sertlik, kör milliyetçilik, duyarsızlık, demagoji çözüm değildir. Olsaydı, Cumhuriyetin ilanından bu yana her 15-20 yılda bir, her biri bir öncekinden daha uzun, kanlı ve yıkıcı başkaldırı yaşamazdık.

Neden bizim yaşadıklarımızı çocuklarımızın da yaşayacağını neredeyse garanti eden politikalarda ısrar ediliyor?

Her nesil ille bu acıyı en az bir defa yaşamak mecburiyetinde mi?

Sertliğe alternatif yok mu?

24 Ocak 2002 Perşembe

Kaptanını kurtaran gemi

Diyanet İşleri Başkanı, Müslüman ülkelerin neden geri kaldığına dair bir tartışma başlatılması için çağrıda bulundu. Çağrıyı, entelektüel güreşlere ve kafa tutmalara alışkın olmayan Türkiye, bir ölüm sessizliği ile yanıtladı.

Ama herkes sessiz kalmadı. 11 Eylül terörünün ardından, Müslüman-Hıristiyan uçurumu, batı medyası ve entelektüel dergilerinin uzun zaman birinci gündem maddesi oldu.

Neden Müslüman ülkeler Hıristiyan ülkelerin arkasında nal topluyor?

Bu her zaman böyle değildi.

Başlangıçta Müslümanlar Yunan ve Roma uygarlığının entelektüel ürünlerinden de yararlanarak büyük bir uygarlık kurdular. Dokuz ile 13'üncü yüzyıllar arasında dünyanın en güçlü ordularına sahiptiler. On beşinci yüzyıldan başlayarak takat tükenmeğe başladı.

Önce Batı'ya ayak uydurulamadı, sonra geride kalındı ve sonunda Batı'nın hakimiyeti altına girildi. Batılılar 19'uncu Yüzyılda Müslüman topraklarına sömürge kurmaya başladı.

Yirminci yüzyılda Müslümanlar sadece Batılılar'ın değil Güneydoğu Asya'da yaşayan, çoğu Budist inançlı ülkelerin de gerisinde kaldı.

Arap ülkelerinin petrol dışındaki toplam ihracatı Finlandiya'nınkinden fazla değil.

Elime geçen son Business Week dergisinin 'kitap' sayfasında bu konuyu inceleyen bir yapıta rastladım.fProfesör Bernard Lewis, Diyanet İşleri Başkanı'na yanıt verir gibi, 190 sayfalık bir kitap yayınlamış: What went wrong? (Hata Nerde?)fKitabı hemen ısmarladım. Çünkü ülkeler arasındaki refah ve uygarlık farkı ilgimi çekiyor.f

ABD neden İsviçre'yi bombardıman etmiyor? Neden Osmanlılar yedi yüzyılda hiç filozof ve kâşif yetiştirmedi?fNeden Ay'a biz gitmedik? İnterneti biz keşfetmedik? Hubble teleskopu bize ait değil? İlk kalp nakli ameliyatını yapmadık? Neden Müslüman ülkeler demokratik değil?

Çünkü, diye cevaplıyor Lewis, Batı toplumu fertlere daha çok özgürlük ve yaratıcı olma olanağı tanıyor. Kadınları zincire vurmamış. Din ile devlet işleri ayrı. Müslüman ülkeler gibi birer açgözlü ve despot yönetici yetiştirme kuluçkası değil.

Geri kalan Müslüman ülkeler arasında Türkiye de var. Görkemli (veya sözde görkemli) Osmanlı İmparatorluğu'nun, ardında Anadolu'da sefil bir üçüncü dünya ülkesi bırakmış olması akıl almaz, açıklanmamış bir paradokstur.

Mutlakiyetin Batı'da başlayan çözülmesini Müslümanlar (ve Türkler) hiçbir zaman yaşamadı. Din ve devlet ortaçağda olduğu gibi bir baskı ve cahil-tutma aracı olarak kullanılmaya devam ediyor. Müslüman devletler onları meydana getiren halkların değil bu halkları yönetenlerin ekonomik çıkarlarını tatmin etmek üzere örgütlenmiş. Batı'da gemisini kurtaran kaptan. Doğu'da gemi kaptanı kurtarıyor.

What Went Wrong?

Western Impact & Middle Eastern Reesponse

Bernard Lewis. Oxford $23

EN ÇOK OKUNANLAR