18 Aralık 2001 Salı

Gürtuna, Tarkan'a karşı

Karım Alman. On beş yıldır (günah içerisinde yaşadığımız yılları da sayıyorum) birlikteyiz. Hâlâ Türkçe öğrenmedi.

"Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar başka hiç bir dil konuşmana gerek yok Türkçe bilirsen, tatlım," diyorum; bir hava raporu sunucusunun tebessümü ile haritanın önüne geçip, Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar olan coğrafyayı işaret ederek.

"Beni Adriyatik'ten Chappaquidick'e kadar olan bölge daha çok ilgilendiriyor," diyor. "Ayrıca," diye ekliyor, derin dondurucudan ödünç alınmış bir sesle, "Senin maaşınla biz ancak Üsküdar'dan Beşiktaş'a gidebiliriz."

Çocuklar bakkala gittiklerinde yanlarına tercüman vermek zorunda kalıyoruz. Çünkü onlar da Alman ilkokuluna gittikleri için Türkçe bilmiyorlar.

Neyse, esas konuya gelelim.

Arabada gidiyoruz. Ben direksiyonda, yanımdafeşim, arkada Sara (6) ile Selim (8).

Birdenbire eşim damdan düşer gibi, "Neden bize hiç Ali Müfit Gürtuna CD'sini almıyorsun?" diye soruyor.

"Ali Müfit Gürtuna CD mi çıkardı? Hiç haberim yok..." Lafımı bitirmeden arkadan bir koro başlıyor.

"Hayır konserine götür," diyor Selim.

"Yok ben de CD'sini istiyorum," diyor Sara.

"Konser!"

"CD!"

"Konser!"

"CD!"

Arkama dönüp arabanın arka koltuk ve bagajında sekiz yıldır sürmekte olan olağanüstü hali altı ay daha uzattığımı çocuklara ilan ediyorum. Renault Scenic'e huzur ve güvenlik avdet ediyor.

"Sen Ali Müfit Gürtuna'nın kim olduğunu bilyor musun?" diye soruyorum eşime.

"Şarkıcı değil mi? Her tarafta posterleri var. Bir pop yıldızından başka kimin bu kadar çok posteri olabilir?"

"Tarkan'dan çok posteri var," diyor Selim.

"Tarkan'dan çok posteri yok," diyor Sara.

"Tabii paran çıkışmıyorsa başka," diyor eşim. "Ben ve çocuklar seni sıkıntıya sokmak istemeyiz. Sadece merak ettik. Bu kadar çok posteri olan bir şarkıcı nasıl olur diye. Alaturka mı söylüyor, arabesk mi? Pek Batı müziği tipine benzemiyor."

Gerçekten köşeyi dönünce İstanbul Belediye Başkanı Gürtuna'nın posterleri sıra sıra karşımıza çıkyor. Gözlüklü, temiz yüzlü, mütebessim, "Gürtuna İstanbullular'ın enflasyonunu kutlar, iyi işsizlikler diler" diyor.

"Bak, bak," diye bağırıyor Selim.

"Tarkan daha yakışıklı," diyor Sara.

"Karıcığım," diyorum: "Gürtuna pop şarkıcısı değil. İstanbul Belediye Başkanı."

"O zaman bana ve çocuklara açıklar mısın, akli melekelerini fazla zorlamayacaksa," diyor eşim, derin dondurucudan geri aldığı sesiyle.f"Neden her yerde onun posterleri var?"

"Vallahi, bilemeyeceğim."

"Kimin cebinden çıkıyor bu poster paraları?"

"Herhalde belediyenin," diyorum.

"Nee?" diye bağırıyor eşim, Avrupalı gözlerini iri iri açarak. "Şehrin kesesinden reklamını mı yapıyor? Halkın vergilerini posterlerine mi harcıyor? Bu yasal olabilir mi? Ayrıca ne yaptı da reklamını yapıyor? Parası varsa neden yerleri tuzlamıyor bu karda?"

Biraz durduktan sonra,

"Siz Türkleri hiç anlamayacağım," diyor. "Nasıl bu kadar sürekli aptal yerine konmaya tahammül edebiliyorsunuz?"

Birdenbire milliyetçilik damarlarım kabarıyor. "Siz de Yahudileri öldürdünüz," diyorum.

9 Aralık 2001 Pazar

Laleli Camii'nin dudak tiryakisi

Mutfaktaki masanın çevresinde akşam yemeği yiyoruz. Ben, eşim, ve çocuklarımız Selim (8) ve Sara (6).

"Yemekten sonra deniz kenarına kadar inip Çınaraltı'nda çay içeceğim," dedi eşim. "Bütün gün piyanonun başındaydım. Hava almak istiyorum."

Selim masanın başında, karşımda oturuyor. "Büyük olmak ne kadar iyi," dedi. "İstediğin zaman çekip gidiyorsun. Biz şimdi yukarı çıkıp yatmak zorundayız. Biz durmadan okula gitmek ve ev ödevi yapmak zorundayız."

Sara "büyük olmak her zaman iyi değil," dedi, o her zamanki kelimeleri seçe seçe, yavaş konuşmasıyla.

"Neden?" diye sordu Selim.

"Çok ağır oldukları için onları kimsefkucağına almıyor," dedi Sara. "Ağladıkları zaman da onları kimse teselli etmiyor."

Yemek bitti. Çocuklar üst kata çıkıp dişlerini fırçaladılar ve pijamalarını giydiler. Hikâyeleri okundu. Uyumak üzere odalarına gittiler. Yorganları üzerlerine çekildi. Öpüldüler.

Sara başını yastığa koyar koymaz uyuyor. Selim, o kadar çabuk uyuyamıyor. Çoğu zaman, annesi ile Almanca uzun uzun, fıs fıs birşeyler konuşuyor. Fıs fıs konuşma safhasına gelindiğinde ben aşağıya oturma odasına iniyorum.

Merdivenlerden aşağı inerken geçen sene babasını kaybeden çok yakın bir arkadaşımın söyledikleri aklıma geldi. Baba Lefkoşa'da, sur içindeki dar sokaklardan birinde bir kahve çalıştırıyordu, anne ile birlikte.

Anne şişman, suyu yara yara gidiyormuş gibi yavaş yürüyen, kolay kahkaha atan, sevecen bir kadındı. "Yemek yediniz mi be çocuklar?" diye sorar, kahkahasını atardı.

Baba ise asık suratlı, az konuşan, ters bir adamdı. Dudak tiryakisi idi.

Dudaklarında her zaman, külü dökülmek üzere olan bir sigara asılıydı.

Sigarasını yakar, dudaklarının arasına iliştirir, dumanını hiç içine çekmeden,f külünü silkmeden öylece tutardı. Sigara dudakta durmayacak kadar küçüldükten sonra paketinden filtresiz bir sigara çıkarır, ulardı.

Arkadaşımı görmek için çoğu zaman kahveye giderdim. O zamanlar arkadaşlık hayatımızdaki en önemli şeydi.f İlk çıplak kadın fotoğraflarını onun evinde görmüştüm. Bir arkadaşımız ressamfamcasının çıplak model kitabını yürütüp getirmisti. Yutkunarak seyrettiğimiz iri memeli modellerin siyah beyaz fotoğraflarını hâlâ hatırlıyorum.

Kerpiç, yüksek tavanlı Osmanlı evine kahvenin arkasındaki eski bir sabun imalathanesinden ve geniş bir avludan geçilerek ulaşılırdı. Bisikletimi kahvenin kaldırımına dayadıktan sonra içeri hep arkadaşımın babasıyla karşılaşmama ümidi ile girerdim. Karşılaştığımızda (bu sık sık olurdu) bana hiç selam verdiğini veya başka bir şekilde varlığımın farkında olduğunu belli ettiğini hatırlamıyorum.

Önce anne öldü. Kahve kapandıktan, müşterilerinden çoğu öldükten, Laleli Camii Türkiye'den gelen göçmenlerle dolmaya başladıktan sonra uzun yıllar tek başına yaşayan baba da dünyayı terketti.

"Onu gömmeye gittiğimiz gün düşündüm," dedi arkadasım: "Nasıl adammış. Babamın hiç hayatında bana sarıldığını, öptüğünü, kucağına aldığını hatırlamıyorum."

Şu sözcüklerin ağzımdan çıkması kolay olmadı: "Ben de."

EN ÇOK OKUNANLAR