26 Mayıs 2001 Cumartesi

Arrrggghhh!

Üffff! Peki. İtiraf ediyorum. Yakında dede olacağım! Kızıma çocuk yapmaması için çok yalvardım. Daha toyum, hazır değilim, önümde uzun yıllar var, dedim. Bana sordun mu, dedim. Tehdit ettim. Topuğundan vurdururum, dedim.

Nafile.

Amerika Birleşik Devletleri'nin Florida eyaletinde, karnı burnunda gün sayıyor.

Ben de İstanbul'da gün sayıyorum. Ama bu iş kolay olmayacak. Kesinlikle ameliyatsız dede olamayacağım. Çok acı çekeceğim. Acaba sezaryenle mi dede olsam? Bayıltırlar mı?

Sabahleyin traş olurken aynaya bakıyorum, bir dede görecek miyim diye. Hayır. Dedemtırak birşeyler var, ama tam dede değil. Daha yeşil.

Acaba birdenbire mi dede olacağım? Belki de uyurken sancı tutacak. Ambülans. Sirenler. Arrrggghhh! Müjde, nur topu gibi bir dedeniz oldu!

Brrrrr!

Bu arada, kızım Florida'dan zırt vırt e-mail yolluyor .

"Evet sonunda geliyor," diyor, annesinin doğumda yanında bulunmak üzere Amerika'ya gidişini kastederek.

"Esasında yarın gelecekti ama ne oldu bilmiyorum." Ben de bilmiyorum çünkü karımla artık evli değilim.

"Ayşe'nin (kız kardeşi) bilgisayarı bağlandı mı? (Hayır) Mail adresi belli mi?" (No.)

Bu arada, birkaç gün önce orada doğum yapmış olan bir arkadaşı var. Çok lazımmış gibi, her gün onunla ilgili bir sağlık bülteni yolluyor. Florida'da doğan bütün Türk çocuklarının dedesi ben miyim?

"Arkadaşım pazartesi günü 2kilo 800 gr bir kız çocuğu dünyaya getirdi. Çok tatlı küçücük! Kendine geldikten bir iki saat sonra felaket krampları oldu. Akşama kadar ağrılarını zor dindirdiler. Morfine bile bünyesi cevap vermedi. Bu acı çekme olayı kişiden kişiye, bünyeye göre değişiyor sanırım. (Umarım.)"

"Bebeği hastanenin web sayfasında görebilirsin. Ama biraz çirkin çıkmış. www.bethesdaweb.com

Burada baby pictures'a (bebek fotoğrafları) giriyorsun. Sonra senden security kodu (güvenlik kodu) istiyor (941-02). Bu kodu girince bebeğin resmini görüyorsun.

Amerika'da çok fazla çocuk ve bebek kaçırma vakası varmış. Bebeğin ayağına resmen bir alarm takılı.

Bazı bebekler 36 saat bile süt almayabilirlermiş. Bu bebek hemen içti. Adı da Selin.

Bugün hastaneden çıkıyorlar. Ben her gün bebeği görmeye gidiyorum. Şimdi de hazırlanıp çıkacağım.

Seni çok öpüyorum.

Kızın."

Büyükbaba daha mı iyi acaba?

Dede. Büyükbaba. Dede. Büyükbaba.

İkisi de kulağıma hoş gelmiyor.

Baston satın alıp sakal uzatmam gerekecek mi? Kamburum var, yeni kambur almama gerek yok. Emekliler kahvesine devam mecburiyeti var mı?

Metresim duyarsa ne olacak?fSiz olsanız bir dede ile yatar mısınız? Ben kesinlikle yatmam.

Bu iş zor olacak. Hastaneye yatıp orada dede olmayı düşünüyorum. Bana da morfin verirler mi?

Acaba gizlesem mi?

Arrrggghhh! Hayır! İstemiyorum! İmdaaaaaat!

25 Mayıs 2001 Cuma

CASA olayı ve araştırmacı gazetecilik

Araştırmacı gazeteciliğe sahip olmayan bir gazete, dans pistine sahip olmayan bir diskoteğe benzer. Çok gürültü duyarsınız ama dansedemezsiniz.

CASA olayı Türkiye'deki ihale rezaletini -bu defa masum insan kanı ile ıslanmış olarak- bir defa da gözler önüne sermekle kalmadı. Medyanın bu tür haberleri izlemek konusunda ne kadar donanımsız olduğunu da gösterdi. Bu da bir başka türlü rezalettir ve bir açıdan CASA olayından da trajiktir. Çünkü CASA olayı gibi olayların yaşanması ve bu tip olayların devam etmesinin en büyük nedenlerinden biri, basının temel fonksiyonlarından birini ifa edememesidir. Bu araştırmacı gazetecilik fonksiyonudur.

Araştırmacı gazetecilik, bir veya bir grup gazetecinin süreki olarak bir olayın izlenmesine tahsis edilmesi ile yapılır. Bunlar sadece bir olayı izler ve bu olay haber olma özelliğini yitirinceye kadar peşini bırakmazlar. Araştırmacı gazeteciler, gazetecilerin komandoları, en iyi yetişmiş, elit neferleridir. Kaliteli bir gazetede her muhabir potansiyel bir araştırmacı gazetecidir.

Gel gelelim, angut polikacıların aptal laflarını nakletmek için ordu besleyen medya, CASA olayını çözmek için bir tek neferini cepheye sürmedi. Emin Çölaşan ile Fikret Bila'dan başka kimse konuyu iredelemeye değer bulmadı. Ama bu köşe yazarı işi değil, araştırmacı gazetecilik işidir. Araştırmacı gazetecilik ise bir ekip, bütçe, zaman ve editoryal irade meselesidir.

Fakat promosyona yüz milyonlarca dolar harcayan Türk basını, araştırmacı gazetecilik yapacak ekip, bütçe ve zamanı bulamadı. Televizyon dağıtarak tirajı bir milyona çıkarmak fırsatı, habere ağırlık vererek tiraj kazanmayı anlamsızlaştırdı. Ama burada birkaç noktayı dikkatten kaçırdılar: Televizyon dağıtmak gazetecilik değil bayiliktir. Gazete müşterisi ile televizyon müşterisi aynı değildir.

Eminim bu yazıyı okuyan bazı meslektaşlarım "Biz o skandalı, bu skandalı ortaya çıkardık" diyeceklerdir. Bu itirazda gerçek payı yok değil. Ama skandalı ortaya çıkarmak yeterli değildir. Sonuna kadar götürmek, bıkmadan izlemek, tamamen çözülünceye kadar peşini bırakmamak gerekir. Yalapşap takiple sonuç alınamaz. Sonucu alınamayan iş bitmemiş iştir. Bitmemiş işin hiç kimseye yararı yoktur. Susurluk skandalının çözülememiş olmasının en büyük nedeni basının işi kovalamayı bırakmasıdır.

Emin Çölaşan dünkü yazısında parmağını tam kanın aktığı yere bastırdı: "Türkiye'de bütün namussuzların bir tek güvencesi vardır; 'Boşver, birkaç gün yazarlar sonra unutulur gider. Hadise hasıraltı edilir, unutulur.'"

Namussuzlar gerçekten buna güveniyorlar. Türk basını da bugüne kadar namussuzları hiç hayal kırıklığına uğratmadı.

Promosyon selinin suları, gazeteciliği bir felaketzede haline getirdikten sonra, artık geri çekiliyor. Ve aynı anda Türkiye büyük bir değişim sürecinin eşiğinde duruyor. Basın hem bu değişimi etkileyecek hem de değişimle değişecektir.

Ben ümitliyim.

19 Mayıs 2001 Cumartesi

Kim bu Türkler'i rezil eden Türkler

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 10 Mayıs'ta Türkiye'yi Kıbrıs'ta 14 değişik konuda insan haklarını ihlâl etmek suçundan mahkum etti.

Kararlar Kıbrıs Rum Yönetimi'nin başvurusu üzerine alındı. Rumlar Türkiye'yi 1974 Barış Harekâtında ve ardından geçen 25 yıl içerisinde, birçok değişik konuda Ada'da, Avrupa İnsan Hakları Konvansiyonu'nu çiğnemekle, yani insan haklarına saygılı davranmamakla suçladı. Mahkeme iddiaların çoğunu haklı buldu; bir tanesinde "insanlık dışı davranış" ile suçlandık. Bazı davalar ise reddedildi.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 1959'da Fransa'nın Strasbourg kentinde kuruldu ve 1998'de sürekli hale getirildi. Görevi insan hakları ihlâllerini yargılamaktır. Türkiye bu mahkemenin hem üyesi hem de en büyük müşterilerinden biridir. Eğer değişmezsek, ki buna dair hiç bir emare görünmemektedir, bu mahkemede aleyhimize alınan ve çığ gibi büyüyen kararlar, başımıza büyük dertler açmaya namzettir.

Rumlar'ın haklı bulunan (ve bu yazının konusunu teşkil eden) davalarının bir çoğu Karpaz Yarımadası'nda yaşayan Rumlar'a yapılan muamele ile igilidir.

Karpaz Yarımadası, adanın tava sapı gibi Türkiye'ye uzanan bölümdür. Ağustos 1974'te Türk askerleri Lefkoşa'nın doğusundan ilerleyip Magosa ve onun modern bölümü olan Maraş bölgesini zaptettiğinde, binlerce Rum Karpaz'ın fköylerinde mahsur kaldı. Silahların susmasının ardından kuzeydeki Rumlar güneye, güneydeki Türkler kuzeye geçti. Ancak Karpaz Rumlar'ı bu mübadelenin dışında tutuldu.

Fakat yönetim Rumlar'ın Karpaz'ı terketmesini istiyordu. Bu yüzden onlara iyi davranmadı. Rumlar'ın hayatlarını zindan edecek önlemler uygulandı. Taciz edildiler. Tarlalarını ekemediler. Gönüllerince kiliselerine gidemediler. İlkokulda okutulmak üzere yollanan kitaplar sansür edildi. Ölenlerin malları çocuklarına miras olarak bırakılmadı. Güneye gidip geri dönmeyenlerin mallarına el kondu.

Nüfus yavaş yavaş azaldı. Geride çoğunluğu ihtiyar olan ve sayıları gittikçe azalan bir avuç insan kaldı.

Özetlemek gerekirse, Rumlar'ın 1974 Barış Harekâtı'ndan önce bize reva gördüklerinin bir benzerini biz onlara reva gördük.

Kim dizayn etti 65 milyon Türk'ü rezil eden bu politikayı, bir avuç silahsız ve zararsız Rum'a karşı? Orada yapılanlar karşılığında elde edilen toprak, bu toprakla beraber gelen kötü nama değer mi?

Başka halkları insanlık dışı muamelelerden korumak üzere Bosna'ya, Somali'ye asker gönderirken kendilerini insafımıza terkeden bu sivillere neden uygarca davranamadık? Yüzbinlerce Irak Kürtü'ne gösterilen yumuşak konukseverlik neden Karpaz Rumları'na gösterilmedi?

Mahkemenin kararını okurken yüzüm kızardı.

Sonunda alınmak istenen sonuç ne olursa olsun, kimsenin Türkler'i dünyaya barbar gibi göstermeye, rezil etmeye hakkı yoktur.

Biraz yumuşaklık lütfen. Savaş sona ereli 27 yıl oldu.

18 Mayıs 2001 Cuma

Dünyayı kadınlar idare etseydi

Geçenlerde bir bayan arkadaşımla konuşuyordum. Bana "dünyayı kadınlar idare etseydi daha iyi bir yer olurdu", dedi. Neden, diye sorunca şu cevabı verdi: "Çünkü kadınlar bir anlaşmazlığı çözmek için yumruklarını kulanmazlar. İlk reaksiyonları, ortalığı yatıştırmak, ondan sonra da uzlaşmaya çalışmaktır." Bu konuşmadan birkaç gün sonra Adalet Bakanlığı'nın web sitesinde (http://www.adalet.gov.tr) bir araştırma yaparken bayan arkadaşımın savına inanılırlık getiren bazı istatistikler gözüme çarptı. Bu istatistikler, açılan ceza davalarının toplamına baktığımızda, Türk kadınlarının Türk erkeklerine kıyasla (nerdeyse) birer melaike olduğunu gösteriyor. Laf aramızda, kadınların evrimin son basamağını teşkil ettiğine inanan ve mecburiyet dışında, kadınlarla beraber olmayı erkeklerle beraber olmaya her zaman (neredeyse) tercih eden biri olarak buna sevinmediğimi söylersem yalan olur.

1999 yılında açılan ceza davalarına baktığımızda aşağıdaki rakamları görünüyoruz.

Aleyhine ceza davası açılanlar

Erkek:691.000
Kadın:54.000
Yani, mahkeme önüne çıkarılmış suçların sadece %'e yakın bir bölümü kadınlar tarafından işlenmiş.

Türkiye'de en çok işlenen suçlar müessir fiil (dövmek, itmek gibi "cismen eza veren fiiller") ve hırsızlıktır. Bunlar işlenen toplam suçların yüzde 40'ını teşkil eder. Dağılım aşağıdaki gibi:

Müessir fiil

Erkek:154.000
Kadın:11.000

Hırsızlık

Erkek:130.000
Kadın:12.000
Üçüncü en popüler suç -yüzde beşten biraz fazla- adam öldürmedir. Burada da erkekler şampiyon.

Adam öldürme

Erkek:37.000
Kadın:2.400
Sarhoşluk (bu suç mu idi?) ve kumar nerdeyse erkeklere has bir suç:

Sarhoşluk

Erkek:21.000
Kadın:180
Kumar
Erkek:15.000
Kadın:50
"Araba ve hayvan muhafazasında kusur" konusunda (bu her ne demekse) kadınlar erkeklere kıyasla nerdeyse birer melektir:

Erkek:18.000
Kadın:500
"Irza geçme ve iffete taarruz" konusunda da erkekler önde. Bu kategorideki suçlardan mahkemelik olan erkeklerin sayısı 22.500 iken kadınların sayısı 1.300. Bu bayanların kimin ırzına, nasıl geçtikleri konusunda istatistiklerde herhangi bir ayrıntı bulamadım.

"Kız ve kadın ve erkek kaçırma" suçundan da 600 kadın mahkemelik olmuş. Bir kadının bir erkeği nasıl kaçırdığını da merak ettiğimi itiraf etmeliyim. Bilen var mı?

Türk erkekleri isef11.000 "kadın ve kız kaçırma" suçu işlemiş. Bu bir dünya rekoru olabilir mi?

Gelelim araba kullanmaya. Erkekler hep kadınların kötü araba kullandığını iddia ederler ama bu galiba kadınların kötü araba kullanmasından çok karikatürcülerin çoğunlukla erkek olması ile ilgili. Çünkü trafik kurallarını çiğnemekte rekor, açık farkla, kadınlara değil, erkeklere ait:

Erkek:226.000
Kadın:2.700
Kadınlar disipline daha riayetkâr. "Emirlere riayetsizlik" suçundan hakim önüne çıkan erkek sayısı 14.000, kadın sayısı 1.500.

Kadınlar daha güvenilir. "Emniyeti suiistimal" suçu işleyen erkek sayısı 10.000 iken kadın sayısı sadece 440.

"Hakkı olmayan yere tecavüz" suçunda da şampiyonluk,fçişini ayakta yapanlara ait. Bu suçu ileyen 9.400 erkek, 400 bayan olmuş 1999 yılında.

Adalet Bakanlığı'nın sitesinde buna benzer birçok ilginç istatistik var.

Sitede ilginç olan başka bir şey, Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk'ün e-mail adresinin bulunması (hsturk@adalet.gov.tr) Merak ediyorum, acaba ne kadar e-mail alıyor; okuyor mu ve cevaplıyor mu diye.

12 Mayıs 2001 Cumartesi

Matematik sıfır!

Hiç rahat yok mu? Elektronik postamı açıyorum, içinden bir mektup çıkıyor:

"Sevgili Kardeşim,

Edebiyat notu : On

Analiz kabiliyeti : On

Sentez kabiliyeti : Süper On

Matematik : Sıfır

Sevgilerimle,

İshak Alaton

N. B. 36 milyar doların yüzde on beşi 5.4 milyar dolar eder."

Bir an acaba Alarko adlı şirketin iki ortağından biri olan dostum Alaton keçileri mi kaçırdı diye düşünüyorum. Sonra jeton düşüyor. Matematik sıfır tabii: 36 milyar doların yüzde on beşi 5.4 milyar dolar eder. O dünkü yazımdan bahsediyor.

Ne demiş o günkü yazısında Metin Münir kardeşimiz, o gazetecilerin Albert Einstein'ı?

Demiş ki:

Türkiye'de devlet satın alma ve ihalelerine her yıl harcanan 36 milyar dolarlık paranın %5'i rutin şekilde rüşvet olarak alınıyor.

"Otuz altı milyar doların %15'i ne kadar yapar biliyor musunuz? 2.4 milyar dolar. Bu para ile tanesini, cömertçe 1.000 dolardan hesaplayacak olursak (%15 rüşvet dahil), 2.400.000 bilgisayar alınabilir. Türkiye'de 6 milyon aile olduğunu hesaplayacak olursak, kabaca iki yıllık rüşvet gideri ile Türkiye'deki bütün evlere birer tane bilgisayar konabilir."

Vay canına! 36 milyar doların yüzde on beşi 2.4 değil 5.4 milyar dolar ettiğine göre iki değil, bir yıllık rüşvet parası ile Türkiye'deki bütün evlere birer tane bilgisayar konabilir nerdeyse. Ama rüşvet sadece 36 milyar doların %15'i ile kısıtlı değil ki. Daha da çok. O zaman bir yıllık rüşvet parası ile sadece Türkiye'nin değil Suriye, Azerbaycan, Dağlık Karabağ ve Gürcistan'ın bazı illerindeki bütün hanelere bilgisayar koyabiliriz!

Her öğrencinin hayali!

Vay anasını!

Sene sanıyorum, 1967 falan. Her sınavda sıfır almamdan bıkan matematik öğretmenim İradiyagonnu bir gün sınıf boşalırken beni yanına çağırıyor.

"Seninle bir anlaşma yapalım," diyor. "Sen en arka sırada oturup hiç sesini çıkarmayacaksın. Ben de bundan sonra seni sınava çekmeyeceğim. Yıl sonunda da sana 3.5 vereceğim (10 üzerinden). Ne diyorsun?"

Bir an düşünüyorum. "Anlaştık," diyorum. "Ama kimya ve fizik hocalarını da bu anlaşmaya dahil edebilir miyiz?"

"Elimden geleni yapacağım," diyor.

Bir sonraki matematik dersinde en arka sıraya çekilip Dostoyevski'mi sıranın altından değil üstünden okumaya başlıyorum. Dersten çıkarken İradiyagonnu "onlar da tamam" diye fısıldıyor.

İşte böyle İshak Bey, sınıfı nasıl geçtin diye soruyorsanız... Bizim okulda biz, ortalama ile sınıf geçiyorduk. İngilizce, edebiyat ve tarihten aldığım notlarla arayı kapattım.

EN ÇOK OKUNANLAR