27 Nisan 2001 Cuma

Bir yolsuzluk sohbeti

Adını veremem ama Türkiye'nin en kıdemli ve dürüst devlet murakıplarından biri olduğunu söyleyebilirim. Türkiye'nin en büyük sorununun Kürtler, dinciler, Irak, İran, Yunanistan, Rum, Ermeni değil kendi ülkesini soyan politikacılar ve bürokratlar olduğu artık yavaş yavaş ortaya çıkarken belki söyledikleri sizi ilgilendirebilir.

* Yolsuzluk ne kadar yaygın?

Yaşam biçimi haline geldi. Bahşişsiz iş yapmayan memurlar ülkesi haline geldik. Hiçbir sektör bahşişten, avantadan, rüşvetten bağışık değil. Kamu idaresinin her tarafında rüşvet ilişkisi var. Bir sektörde ise, eskiden beri vardı -Gümrük... Yolsuzluğun klasik mekânıdır. Tarife ile rüşvet alınır. Sonra baktık, Bayındırlık sonra... Sonra her yer. Beni şaşkınlığa düşürense, Dil Kurumu'nda, Devlet Tiyatroları'nda bile yolsuzluk görülmesi.

* Her zaman böyle miydi?

Yaygınlaşması 80'li yıllardan sonra. Turgut Özal zihniyeti ile birlikte. Gemisini kurtaran kaptan zihniyeti. Yan masadakine bakıyorsun, her gün 100 milyon götürüyor. Sen de alırsın. Türkiye öyle bir noktaya geldi ki, rüşvet artık kınanmıyor. Eskiden kınanırdı, eskiden saklanırdı. Şimdi o derece yaygın ki artık rüşvet alan saklamaya çaba bile göstermiyor.

* Raporlanan yolsuzluklardan ne kadarı sonuçlandırılıyor?

Yakaldınız mı, prosedür belli. Müfettiş rapor yazar. Gereğini yerine getirecek olan, son tahlilde bakan. Siyasi irade eksik olduğunda sizin raporunuz sumen altı ediliyor. Düzmece numaralar çevriliyor. (Başka ve uysal) bir müfettişe karşı rapor yazdırılıyor. Zaten 40 müfettiş aynı şeyi yazsa bile siyasi siyasi irade olmazsa olmaz. Yargı sürecinde de rahatsızlıklar var. Çoğu zaman yolsuzluklar takipsiz kalır. Yedi ay yatar, 8 milyon doları cebine atar. Hatta hapis cezasını özel hastanede çeker.

* Denetim neden etkin değil?

Arkadan kovalayan bir denetim sistemi var Türkiye'de. Atı alan Üsküdar'ı geçmiş oluyor.

* Etkin olması için ne yapmak gerek?

En önemlisi özerk olacaksınız. Ya da çok üstün, tarafız bir iradeye bağlı olarak çalışacaksınız. Murakıp, içinde çalıştığı bakanlığın bakanı ile ilgili rapor yazamaz. Koşul şu: performans denetimi yapacaksınız. İhmali, mesuliyetleri ortaya koyacaksınız. Sorun, denetim olmaması değildir. Şu günlerde devlet bankalarında tespit edilen hiçbir şey yok ki daha önceden rapora bağlanmamış olsun. Eksik olan denetim değil, bunun gereğinin yapılmamış olmasıdır.

* Siyasi partiler?

Türkiye'de siyasi partiler... Herkes kirli olduğu için, birbirleriyle mücadele etmezler. İktidarların derdi yolsuzluk olmadı. İşin siyasi irade boyutu daima eksik kaldı. "Karşıyız," derken bile yolsuzluğa göz yumuldu.

14 Nisan 2001 Cumartesi

Politikacıların proleteri

Tanrılar Sisifos'u cezalandırmaya karar verdiklerinde onu dağın tepesine bir kaya taşımaya mahkum ettiler. Doruğa her vardığında kaya vadiye yuvarlanacak, Sisifos geri dönüp onu yeni baştan tepeye itmek zorunda kalacaktı. Böylece, bu Yunan mitoloji kahramanı, bütün varlığını hiçbir zaman sona ermeyecek ve başarıyla sonuçlanması mümkün olmayan bir çabaya hasretmiş olacaktı.

Bir insana, yaşamını bile bile, abes ve nafile bir çabayla harcatmaktan daha büyük bir ceza verilebilir mi?

Fransız romancı Albert Camus'nün (1913-1960) "Tanrıların proleteri" diye tarif ettiği Sisifos'un kaderi ile Türk halkının kaderi aynıdır. Türk halkı da politikacıların proleteridir. Seçim seçim, kan ter içersinde, (DSP milletvekili Sema Pişkinsüt'ün deyimiyle) "avam, cahil, taşralı" milletvekilleriyle ve çalıcı, çağdışı, beceriksiz bir siyasi yapıyı doruğa taşımakla geçiyor ömrü. Yuvarlanıyorlar aşağıya; devalüasyonları, enflasyonları, yolsuzlukları ve gerzeklikleri ile birlikte ve milyonlarca insanın, onyıllarca biriktirdikleri uçup gidiyor.

Şimdi, hep birlikte, kayayı yeniden tepeye taşımak üzere vadide toplanmış bulunuyoruz.

Bunları düşünürken uçağım Türkiye'nin üzerinden geçiyor. Son Osmanlı son kolonisi. İçinde kuşların ötüştüğü ormanların, alabalıklı nehirlerin, yağmur izli bakır platoların; kimleri korumak için yapıldığı unutulmuş kalelerin, denizinde Büyük İskender'in askerlerinin yüzdüğü kumsalların, Aristo'nun ders verdiği agoraların üzerinden geçiyoruz.

Türkiye'nin toprakları üzerinde, neolitik devirlerden başlayarak, 65 bin tarihi eser ve kalıntı olduğu söylenir.

Bundan yüzlerce yıl sonra arayanlar, Türkiye'ye bu çöküntüyü armağan eden 1960 - 2000 politikacılarının hangi eserlerini bulacak? Rejimlerinde hangi sanat eserleri yaratıldı, hangi heykeller dikildi, dünyayı etkileyen hangi fikir akımları gelişti?

Sisifos'un mitolojik mesaisi hiç sona ermeyecek. Ama bizim için durumun aynı olmasını gerektiren bir neden yok. Sisifos'a tepeye kaya sürükleme cezasını tanrılar kesti; biz kayayı tepeye taşıma cezasını kendi kendimize verdik.

Hırsızlar, yeteneksizler ve taşra kafalılar tarafından yönetilmenin kaderimiz olduğunu düşünüyoruz. Oysa hastalık da, tedavisi de bellidir. Yüz yıl önce, şimdi Avrupa'nın en hızlı kalkınan ülkesi olan İrlanda'da insanlar açlıktan ölüyorlardı. İsveç ve Norveç sefalet içinde idi. Japonlar'la Almanlar, bizimkinden de büyük felâketlerden süratle çıkmasını becerdiler. Daha erken zamanlarda Singapur, Üçüncü Dünya'dan Birinci'ye terfi etmeyi becerdi.

Türkiye ileriye gitmeye başlamak için önce, bütün aktörleri ile birlikte, bu siyasi yapıdan kurtulmalıdır. "On beş günde on beş yasa," eşiği çok gerilerde kaldı. Elli beş yasa çıkarsalar, yıktıkları güveni yeniden tesis etmeleri mümkün değil. Çünkü herkes biliyor ki, gene en beklenmedik anda siyasiler gemiyi kayalara bindirecekler.

Siyasi sistem çöküntünün çaresi değil, nedenidir. Bunu anlayıncaya kadar kayalarınızı dağın tepesine taşımaya devam edeceksiniz. Kolay gelsin.

4 Nisan 2001 Çarşamba

Atatürk ne kadar haklıymış

Türk paranoyalarının en büyüğü Sevr paranoyasdır. Paranoya abartılı kuşku ve güvensizlik şeklinde belli olan bir ruh hastalığıdır.

Sevr, 10 Ağustos 1920'de Osmanlı İmparatorluğu'nu bitiren anlaşmanın adıdır. Sevr'de Osmanlı topraklarının büyük bir bölümü, onu yenen Fransa, İngiltere, İtalya ve Yunanistan arasında paylaşıldı. Doğu Anadolu bağımsız bir Ermenistan devleti ile otonom Kürdistan'a bırakıldı. Ama Sevr Anlaşması uygulanamadı. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının verdiği Kurtuluş Savaşı ile ortadan kalktı.

Ancak bölünme korkusu bir paranoya olarak Türk halkının benliğine yerleşti veya yerleştirildi ve Batı ile ilişkilerimizi zehirleyerek o gün bu gündür varlığını sürdürüyor. Batılı müttefiklerimize ve ortaklarımıza güvenmiyoruz çünkü bizi sevmediklerine, gizli amaçlarının Türkiye'yi parçalamak olduğuna inanıyoruz. Dış politikamızı bu hayalet korku şekillendiriyor.

Bu korku gerçeklere mi dayanıyor? Yoksa klinik bir vaka ile mi karşı karşıyayız?

Ben Batı'nın, kolektif olarak ya da ülke bazında, Türkiye'yi bölme diye bir strateji izlediğine inanmıyorum. Geçmiş yıllar bu inancımın doğru olduğunu kanıtlayan birçok olayla doludur.

Şu anda da bunu bir daha test etmek için elimizde bir fırsat var.

Türkiye 1999'un sonundan beri içinde bulunduğu ekonomik krizi atlatmaya çalışıyor. Türkiye'nin çöküp bölünmesini isteyen Batı'nın izleyeceği politika, Ankara'yı yalnız ve yardımsız bırakmaktır. Türkiye'nin gereksindiği mali yardımların tek kaynağı Batı'dır. Uluslararası Para Fonu (IMF) ile Dünya Bankası, Amerika Birleşik Devletleri'nin güdümündedir. Türkiye'ye en büyük kredileri açmış olan bankalar da ABD'de ve Japonya'dadır. Türkiye gerekli kredileri bulamazsa kaderi hiperenflasyon, borç ertelenmesi, işsizlik, kuyruklar ve sosyal patlamadır. Böyle bir Türkiye'nin yeri İran ve Irak gibi berduş ülkelerin yanıdır.

Türkiye'yi bölmek isteyenler bundan daha iyi bir fırsat bulamazlar. Neden itmiyorlar o zaman uçurumdan aşağıya bizi?

Çünkü Batı, Türkiye'nin ekonomik düzlüğe çıkması için onu yöneten siyasi kadrodan daha fazla gayret gösteriyor. Geçen kasım, ekonomi kayalara toslayınca IMF yıldırım süratiyle 7.5 milyarlık yeni bir destek paketi hazırladı. Citibank ve Deutsche Bank önderliğinde bir grup banka da Hazine'ye bir milyar dolarlık bir kredi paketi verdiler. İçinden çıkmaya çalıştığımız krizde de kolları sıvayanlar malum devletler ve kuruluşlardır.

Batı mal alan ve satan, hem Müslüman hem de Türk cumhuriyetlerine örnek olacak müreffeh ve demokratik bir Türkiye istiyor. Çünkü çıkarlarına en çok böyle bir Türkiye uyuyor. Berduş bir Türkiye'nin ne kendine ne de Batı'ya hiçbir faydası yoktur.

Hükümet krizin suçunu IMF'e yıkmaya çalışıyor. Oysa krizi IMF reçetesi değil, ona uymamak yarattı. Ekonomi ile siyasi yapının çıkarları uyuşmuyor. Siyasi yapıyı besleyen, ekonomiyi açlıktan öldürüyor.

Türkiye'yi yönetenler küçüldükçe büyüklüğü daha da çok ortaya çıkan Atatürk bize yıllarca önce esas düşmanın içeride olduğunu söylememiş miydi?

3 Nisan 2001 Salı

Meçhul politikacı anıtı

Belki farkında değilsiniz ama, geçtiğimiz perşembe çok önemli bir olay oldu.

"Türkiye, tarihi günlerinden birini daha yaşadı," bile diyebilirim, kendimi tutmasam.

Bin dolar bir milyar lira oldu.

Ve hepimiz milyarder olduk.

Peki, "neredeyse hepimiz," diyelim. Türkiye'de yaşayan 65 milyon Türk'ün en az 20 milyonunun bin doları yok mudur, tutucu bir tahminle? Vardır. O zaman, demek ki 'Türküm, doğruyum, çalışkanım ve milyarderim' diyebilecek en az 20 milyon kişi var ülkemizde.

Şimdi bu muhteşem evrimin nasıl meydana geldiğine kısaca bir göz atalım. Merkez Bankası, Türk Lirası'nın dalgalanmaya terkedildiği geçen şubat ayından bu yana ilk defa, geçen perşembe (29 Mart) bir ihale yaparak bankalara dolar sattı. Serbest piyasada daha önce bir milyonu görmüş olan dolar, bu müzayedede altı sıfırlı rakam ile ilk defa buluşmuş oldu. Yani resmileşti.

Dünyanın en zengin ülkesi olan Amerika'da bile 20 milyarder yokken bu genç demokrasinin 20 milyon milyarder yaratmasını yabana atmamak lazım. Bu, bir millet için az buz bir başarı değildir.

Onun için meclis hemen toplanmalı ve 29 Mart'ı Milli Milyarderlik Günü ilan etmeli. Nasıl gösterdikleri kahramanlıklarf dolayısıyla Maraş'ı "Kahramanmaraş," Urfa'yı "Şanlıurfa" olarak yeniden isimlendirdi ise, Türkiye'ye de yeni statüsüne uygun bir isim vermeli. Ben TC'nin MTC olmasını öneriyorum. Milyarder Türkiye Cumhuriyeti. Veya Müreffeh Türkiye Cumhuriyeti.

Günün mana ve ehemmiyetini tescil etmek üzere bir milyar liralık banknotlar çıkarılmalı. Bu başarıyı en çok 1960 - 2000 yıllarına damgasına vurmuş iki politikacıya borçluyuz. Onun için banknotların bir yüzünde Demirel, diğerinde Ecevit'in portreleri olmalı. Demirel, başarılarına bürokrasinin katkılarını sembolize etmesi için kaput bezinden siyah kolluk takmalı. Ecevit ise bu dönemde yapılan askeri müdahalelerin unutulmadığını göstermek için postal ve onbaşı üniforması ile görünmeli.

Banknotun "manzara" bölümleri için de birkaç önerim var. Bunlardan biri banknot basan bir matbaa, diğeri arabasının penceresinden çıkardığı elindeki 10 milyon TL'yi trafik polisine pas eden bir vatandaş olabilir.

Banknotun şurasına burasına bitmez tükenmez terör ve anarşi kurbanlarını sembolize etmek için kanlı cesetler serpiştirilmeli.

Tabii, bu 40 yıllık milyarderleştirme hareketine katkıda bulunanların tümünü bir banknota sığdırmak, banknot bir milyar TL'lik bile olsa, mümkün olmayacak.

Onun için hatıra pulları çıkarılmalı. Bütün Hazine müsteşarları, Merkez Bankası başkanlarını içine alacak bir pul dizisi görmek istiyorum ben şahsen. Bayındırlık bakanları ile ekonomiden sorumlu devlet bakanları da unutulmamalı. Devlet bankalarından sorumlu devlet bakanları için, milletin kazık sokulan nahiyesini sembolize eden yuvarlak pullar dizayn etmek gerekeceğine inanıyorum.

Bir de Meçhul Politikacı anıtı gerekecek. Dizinin dibinde bir Picasso tablosu, birkaç eroin torbası ve birkaç ceset bulunan biri olmalı bu, ceplerinden banknot fışkıran erkek figürü. Sağ eline bir Havana puro gerekecek. Sol eli ile, dalgın dalgın bir vatandaşın gırtlağını sıkıyor olabilir. Bir yerlerine bir tabanca, tespih, muska ve çiğköftef sokuşturmak gerekecek.

Ne diyorsunuz?

EN ÇOK OKUNANLAR